CAROL
ADAMS, aile içi şiddet ve hayvan savunuculuğu alanlarında kapsamlı
çalışmalar yapmış eko-feminist bir ilahiyatçı, yazar ve aktivist.
1990’da yayımlanan ilk kitabı The Sexual Politics of Meat’te
[Etin Cinsel Politikası], hayvanlara yönelik muamele ile kadınlara
yönelik muamele arasındaki ilişkiyi ortaya koydu; arak yaşayan,
hissedebilen hayvanların “et” haline getirilmeleri ile, kadınların
cinsel nesnelere indirgenmesi arasında benzerlik kurarak
feminist-vejetaryen bir kuramın temellerini attı. O tarihten bu yana
eko-feminizm, aile içi şiddet, vejetaryenlik ve hayvan savunuculuğu
üzerine kitaplar ve makaleler yayımladı. Bu söyleşi, Carol Adams’ın web
sitesinde yer alan, kendisiyle yapılmış söyleşilerden
(http://www.triroc.com/caroladams/interview4.html), çerçeve içindeki
yazılar da “The Social Construction Of Edible Bodies and Humans as
Predators” adlı yazısından derlendi: Ethical Vegetarianism: From Pythagoras to Peter Singer içinde, ed. Kerry S. Walters ve Lisa Portmess, State University of New York Press, 1999.
Neden vejetaryen olmaya karar verdiniz?
Feminist
kuramcı Sandra Barky şöyle bir gözlemde bulunur: “Feministler diğer
insanların gördüklerinden farklı şeyler görmezler, aynı şeyleri farklı
gözle görürler.” Ben hep gördüğümüz şeyleri farklı gözle görmeye
başladığım için vejetaryen oldum. Bana bu farklı bakışı kazandıran olay,
midillimin ölmesiydi. Yale İlahiyat Fakültesi’ndeki ilk yılımın sonunda
New York eyaletinin Forestville kasabasındaki evime döndüm. Valizlerimi
açarken birinin ısrarla kapıyı yumrukladığını işittim. Kapıyı açtığımda
komşumuz telaşla “Biri midillini vurdu!” diye bağırdı. Komşumuzla
birlikte ahırımızın arkasındaki otlağa koştum, çok sevdiğim midillimin
ölüsünü gördüm. Elma bahçemizin dikenli toprağı üzerinde yalın ayak
koşarken, hayatımda ilk kez insandışı bir varlığın ölümüyle yüz yüze
geldim. O akşam midillimin ölümü yüzünden perişan halde hamburgerimden
bir ısırık alırken, birden durdum. Ölen bir hayvan için üzülürken başka
bir ölü hayvanı yiyordum. O ölü inekle ertesi gün gömeceğim midilli
arasında ne fark vardı? Sırf kendisiyle yakınlık kurmuş olduğum için
midilliyi kayırıp hiç görmediğim bir ineğin akıbetine boşvermenin etik
açıdan savunulabilir bir yanı olmadığını fark ettim. Artık aynı şeyi
farklı bir gözle görüyordum.
“Vejetaryen”
sözcüğünün genel kullanımı hakkında ne düşünüyorsunuz? Tanımlara bağlı
kalmak şart mı, yoksa esneklik mümkün mü? Siz vejetaryenliği nasıl
tanımlıyorsunuz?
Ben
vejetaryen kelimesini seviyorum. Tam bir “kendi adını kendi koyma”
örneği. Vejetaryenler bu sözcüğü “vegetable” (sebze) kelimesinden değil,
Latince’de canlı anlamına gelen “vegetus” kelimesinden yola çıkarak
seçtiler. Ama vejetaryen kelimesi içi boşaltılma tehlikesiyle karşı
karşıya, çünkü sadece dört bacaklı hayvanları yemekten kaçınan hepçil
insanlar da kendilerini vejetaryen sayıyor. Bunun nedeni sanırım “et”
denince çoğunun aklına “kırmızı et”in gelmesi. Bu yüzden insanlar
kanatlı hayvanları yiyen ya da balık yiyen vejetaryenler de olduğu
yanılgısı içinde. Ayrıca insanların birçoğu dört bacaklı hayvanları
yemenin sağlıksız, ölü tavukları ya da ölü balıkları yemeninse sağlıklı
bir beslenme tarzı olduğunu düşünüyor.
Benim
için vejetaryenlik bir sağlıklı beslenme meselesi değil, etik bir
mesele. Büyük yazar Isaac Bashevis Singer şöyle diyor: “Ben bu yolu
kendi sağlığım için değil, tavukların sağlığı için seçtim.”
Kültürümüzde hayvanlara yönelik muamele ile kadınlara yönelik muamele arasında ne gibi bağlar var?
Biz
ırkçı ve ataerkil patriyarkal bir dünyada, erkeklerin kamusal alanda da
(iş alanında, siyasette), özel alanda da hâlâ kadınlar üzerinde iktidar
sahibi olduğu bir dünyada yaşıyoruz (kadına yönelik şiddet bu ülkede
her gün dört kadının ölümüyle sonuçlanıyor). Toplumsal cinsiyet
farklılıkla değil, tahakkümle ilgili. Toplumumuzda toplumsal cinsiyetin
yapılanışı, yani erkeklerin kadınlar üzerinde iktidar sahibi olma
biçimleri, hayvanları, özellikle de tüketilen hayvanları görme
biçimlerimizle bağlantılı.
Uzun
bir süre boyunca “insan” kavramı beyaz erkeklerle sınırlıydı. İnsanlık
“ne kadın ne hayvan” şeklinde tanımlanıyor, kadınlar insanlığa dahil
edilmiyordu, çünkü hem kadındı hem de hayvan. Feminist bir tarihçi
Amerikan Devrimi’nin ardından kadınlar açısından çok travmatik bir
dönemin yaşandığına dikkat çeker, çünkü hep insan haklarından söz edilen
bir dönemdir bu, kadın hakları ortada yoktur. “İnsan” erkek olarak,
örtük şekilde de beyaz erkek olarak tanımlanır. İnsan kavramını
genişletmeye çalışan hareketlerin ortaya çıkmasının nedeni, bir varlığın
insan olarak tanımlanmadığı sürece ciddiye alınmayacağı kanısı – böyle
bir varlık kötü muamele de görebilir, istismar da edilebilir. “Feminizm
kadınların insan olduğu yolundaki radikal bir anlayıştır” sözüne
katılmam mümkün değil. Benim derdim, insanlığı, kadınları da içine
alacak şekilde yeniden tanımlamak değil. Ben insan tanımını
sorunsallaştırmak istiyorum. Ayrıca amaçların araçları meşrulaştırdığı
anlayışına da karşı çıkmalıyız. Et yeme alışkanlığı ve başka insanların
maruz bırakıldığı baskılar, sırf bunlar sonucunda birtakım insanların
arzuları tatmin edildiği için meşrulaştırılmaya çalışılıyor.
Sexual Politics of Meat’te
“kayıp gönderge” kavramını ortaya attım: Et yeme sürecinde hayvanlar
öldürüldükleri için görünmez hale getiriliyor. Ayrıca kavramsal olarak
da görünmez hale getiriliyorlar – insanlar gerçekte ölü bir domuzu ya da
ineği, kesilip parçalanmış bir kuzuyu yemekte olduklarının
hatırlatılmasından hoşlanmıyorlar. O zaman bu kayıp gönderge yüzergezer
bir şey haline geliyor. Örneğin et, kadınların başına gelenleri
anlatmakta kullanılan bir metafor olabiliyor. Saygı gösterilmeyen bazı
varlıklar da bu araç-amaç ikiliğinde mağdurlaştırılabiliyor.
Üçüncü
olarak, ben şiddete karşıyım. Mümkün olan en az zararla yaşamak
taraftarıyım. Baskı, şiddeti ve şiddet kullanma araçlarını gerektirir.
Bu şiddet genelde üç unsuru içeriyor: Bir varlığın nefes alıp veren, acı
çeken bir canlı olarak değil de bir nesne olarak görülmesini sağlayan
nesneleştirme; bir varlığın bütünlüğünü ortadan kaldıran parçalama ya da
kesip biçme; son olarak da tüketme – insandışı hayvanın fiilen
tüketilmesi ya da pornografi, fahişelik, tecavüz, dayak yoluyla,
parçalanmış kadın bedeninin tüketilmesi. Bu “kayıp gönderge” yapısında
nesneleştirme ve parçalama süreçleri görünmez kılındığı, tüketilen nesne
bir geçmişe, bir tarihe, bir hayat öyküsüne, bireyselliğe sahip bir
varlık olarak algılanmadığı için “kötü muamele etme hakkını” doğuran bir
yapı söz konusu.
İlk olarak The Sexual Politics of Meat adlı kitabınızda hatlarını çizdiğiniz feminist-vejetaryen kuramın özünü kısaca anlatabilir misiniz?
The Sexual Politics of Meat Meat (Etin
Cinsel Politikası) şu anlama geliyor: Neyi, daha doğrusu kimi
yiyeceğimizi, kültürümüzdeki partiyarkal politika belirliyor ve et
yemekle ilişkilendirilen anlamlar hep erkeklik etrafında dönüyor. The Sexual Politics of Meat’te,
toplumsal cinsiyet politikalarının toplumumuzdaki yapılanma biçiminin
hayvanlara, özellikle de tüketilen hayvanlara yönelik bakışımızla
ilişkili olduğunu iddia ediyorum. PatriyarkaAtaerki, insan-hayvan
ilişkilerinde örtük biçimde var olan bir toplumsal cinsiyet sistemidir.
Dahası toplumsal cinsiyetin inşasında uygun besinlerin hangileri olduğu
konusunda talimatlar da vardır. Bizim kültürümüzde erkek olmak,
erkeklerin ya sahip çıktıkları ya da inkâr ettikleri kimliklerle
bağlantılı – “hakiki” erkeklerin neleri yapıp neleri yapmadıklarıyla. Bu
sadece bir ayrıcalık meselesi değil, bir sembolizm meselesi.
Kültürümüzde “erkeklik” kısmen et yemek ve başka bedenler üzerinde
denetim kurmak üzerinden inşa ediliyor.
Etin
cinsel politikasından herkes etkileniyor. Bir lokantanın mönüsünde şu
satırlara rastlamak mümkün: “Duble Hindi Göğüs, D Kup. Bu Sandviç
Kocaman!” Etin cinsel politikası aracılığıyla bu tür imgeleri tüketmek,
kültürümüzde kadının nesneleştirilmesi hakkında, bu nesneleştirmenin
farkına varmaksızın açıkça konuşup şakalaşmanın önünü açıyor. Etin
cinsel politikası başka bir düzeyde daha işliyor: Etin insana güç
verdiği ve erkeklerin et yemeye ihtiyaç duyduğu yolundaki hurafenin
idamesini sağlıyor.
Bu,
güçle ilgili mitlerle bağlantılı – erkeklerin güçlü olması gerektiği,
bu gücü de etten aldıkları yolundaki mitler. Tabii bu miti yalanlayan
birçok vejetaryen sporcu var, ama yine de mitlerle baş etmek zor. Ayrıca
et tarihte, özellikle son birkaç yüzyılda, Avrupa’da üst sınıflarla
özdeşleştirilen bir yiyecek (sadece üst sınıflar her gün bol miktarda et
yiyebiliyor). Cinsiyetçi kültür bu sınıf sistemini kadın-erkek
ilişkilerinde yeniden yarattı – erkekler kadınların erişemediği bir şeye
erişiyordu. Bu nedenle aile içinde et yeme hakkına sahip olan ya da et
yemeyi hak eden kişi erkekti. Et yemek bir erkek ayrıcalığıydı.
Son
olarak, et yiyen erkeklerin mutlu birer eş olacağı düşüncesi de var.
Yıllar boyu kadınlara erkeklerini mutlu etmek için hazırlamaları gereken
et yemekleriyle ilgili yazılar yayımlandı. 1990’lara ait bir kadın
dergisinde çok gülünç bir örnek var (üstelik eski bir New York Times köşe
yazarının kaleminden çıkmış). Yazı şöyle başlıyor: “Erkekler ne ister?
Tecrübelerime dayanarak, iyi bir seks ve iyi bir biftek istediklerini
söyleyebilirim, ille bu sırayla olması da gerekmiyor.”
Bu da erkeklerle ilgili çok sınırlayıcı bir genelleme. Bu tür sınırlayıcı rollerle ilgili varsayımları benimsemek doğru mu?
The Sexual Politics of Meat’te
kadınların birkaç nedenle vejetaryen olduklarını öne sürdüm.
Bedenlerimizi tanıdıkça onları dinlemeyi öğreniyoruz, et yemekten
vazgeçtikten sonra da kendimizi daha iyi hissettiğimizi görüyoruz.
Ayrıca pek çok kadın, bir kadın olarak yetiştirilme tarzımızdan ötürü,
haklarla (kimlerin, neden haklara sahip olduğuyla) değil, şefkatle
(kimin neden yardımımıza ihtiyaç duyduğuyla) ilgilenen bir etik
anlayışına sahip. Sadece tabağınıza bakmanız yeterli: “Ölü bir hayvanı
yiyorum. Bu hayvan nasıl öldü? Nasıl yaşadı? Neden buna dahil oluyorum?”
The Pornography of Meat (Etin Pornografisi) adlı kitabınızda, The Sexual Politics of Meat’te attığınız temelleri nasıl geliştirdiniz?
The Pornography of Meat’te
popüler kültürün, reklamların ve pornografinin “eğlence” adı altında
kadınlara ve hayvanlara yönelik düşmanca ve aşağılayıcı bir ortam
yaratmaları üzerinde durdum. Hayvanların nasıl cinselleştirilip
kadınsılaştırıldığını, kadınların da nasıl hayvanlaştırıldığını
irdeledim. “Antropornografi” fikrini ortaya attım: Hayvanların birer
fahişe gibi tasvir edilme biçimlerini ele aldım ve reklamlar üzerinden
bunun örneklerini gösterdim. “Türün dişisini” ele alarak, kadınların
nasıl “tür kimliğinin” taşıyıcısı haline getirildiğini, çiftlik
hayvanlarının da –sonuçta et haline getirilmek üzere– üremelerini
sağlamak için türün dişisini kontrol altına alma gerekliliği yüzünden
kültürümüzde statülerini kaybettiklerini gösterdim. Tür, “dişi”yle
özdeşleştirilen bir kategori haline geldi.
Et yiyenlerin çoğu, insanlar için et yemenin “doğal” olduğunu iddia ediyor. Bu konudaki tavrınız nedir?
Et
yemek “doğallaştırıldığında” karşı çıkmamız gereken iki nokta var.
İlkin, biz insanların hayvanlardan farklı olduğumuz için et yediğimiz
iddia edilir. Ama sonra birden et yemek, başka insandışı hayvanlar da et
yediği gerekçesiyle meşrulaştırılır. Bu noktada bir tutarsızlık ortaya
çıkıyor. İkinci olarak –ben bunun patriyarkal ataerkil kültürün parçası
olduğu kanısındayım– kültürümüzde sadece etoburları değil, en yüksek
etoburlar dediğimiz hayvanları, yani başka etoburları yiyen etoburları
yüceltiyoruz. Et yiyenlerin büyük çoğunluğu otobur hayvanları yiyor.
İnsanlar bu açıdan iyi bir örnek: Biz inekleri, kuzuları vs. yiyoruz.
Ama kültürümüzde aslanlar ve kartallar, yani bizden daha etobur olan
hayvanlar mitolojik açıdan yüceltiliyor. (Aslında hayvanların sadece
yüzde altısından az bir kısmı etobur.) Ayrıca bazı erkek biyologlar
erkek egemenliğini doğa kanunlarına dayandırmaya çalışıyor: Şu şu hayvan
dişisine baskın, çünkü doğa böyle öngörmüş. Erkekler de kadınlara şöyle
der bazen: “İçimdeki hayvanı uyandırıyorsun”. Ama biri çıkıp
kendilerine hayvan dediğinde rahatsız oluyorlar nedense.
Bir
de doğanın bütün kaynaklarını kullanmaktan yana olduğunu, ama mesela
kendisi için fedakârlık yapan hayvana şükran duyduğunu ifade eden bazı
çevreciler var. İyi de, neden tarih boyunca hep insandışı varlıklar
insanlar için fedakârlık yaptılar? Belki de insandışı varlıkları
yemeyerek fedakârlık etme sırası insanlara gelmiştir. Hem o hayvanın
kendini feda etmek istediğini nereden biliyoruz? Hele de bu savı öne
süren kişi bir avcı değilse? Bu insanlar yerlilerin hayvanlarla
kurdukları ilişkiyi kullanıyor, daha doğrusu istismar ediyor. Yerli
kültürlerin insandışı varlıklarla olan ilişkileri içinden hâkim kültüre
aktarılan yegâne unsurlar, kendi pratiklerimizi meşrulaştırmak üzere
seçilenler. Oysa hayvanları yemeyen birçok yerli kültür var.
Bence
burada şöyle bir durum söz konusu: Ölü hayvanları yiyor olmak insanları
zaten vicdanen rahatsız ettiği için bu iddialarla et yemeyi savunmaya
çalışıyorlar. Bizi pek de mantıklı olmayan bu iddialarla oyalayıp
vejetaryenlikle olan ilişkilerini sorgulamaktan uzak duruyorlar.
İnsanlar
değişmek istemedikleri için her şeyi kendi istedikleri gibi
doğallaştırıyor ya da savlarını meşrulaştıracak dinî gerekçeler
türetiyor. Oysa istedikten sonra bunların tam tersi tezleri de
doğallaştırabilir, tam tersi tezleri destekleyecek dinî gerekçeler de
bulabilirsiniz.
Hayvan
hakları etiği yerine, şefkat etiği (ethic of care) anlayışını
savunuyorsunuz. İkisi arasındaki farkı biraz anlatabilir misiniz?
Hayvan
hakları anlayışının kullandığı dil, insan/hayvan arasındaki
farklılaşmayı ortaya koyan felsefî çerçeveye dayanıyor. Evrensel haklar
anlayışının dili, özerk bir varlık olarak ortaya konan Aydınlanma insanı
(erkeği) anlayışının parçası. Oysa gerçekte hiç kimse özerk değil. Biz
ilk önce ilişkilerimiz aracılığıyla öğreniyoruz. Yürümeyi, konuşmayı hep
ilişkilerimizle öğreniyoruz. Şefkat etiğinde, temel haklar anlayışının
dayandığı özerk insan/erkek mefhumu eleştirilir.
İkincisi,
hayvan hakları anlayışı sadece duygusallığı dışlamakla kalmıyor, aynı
zamanda çok “erkek”. Bu anlayış bize insandışı varlıklar için üzülmemizi
salık vermiyor, doğru olan şeyi yapmamızı salık veriyor. Bazılarımız
çıkıp bu varlıklar için üzüldüğünü ifade etti. Çünkü üzülmek de meşru
bir bilme biçimidir. Civcivlerin gagalarının kesildiğini, danaların
doğduktan bir gün sonra annelerinden ayrıldığını işittiğimiz zaman
hissettiğimiz öfkeye ya da diğer duygulara neden güvenmeyelim? Öfke ve
şefkat (caring) neden insanlar olarak bizi anlamlı bir şekilde
tanımlamasın?
İnsanlar
buna cevaben şöyle diyebilir: Kadınların erkeklerden daha şefkatli
olduğunu mu iddia ediyorsun? Hayır. Erkeklerle özdeşleştirilen bir
düşünme biçiminin kadınlarla özdeşleştirilen bir tepki gösterme ve
düşünme biçimi üzerinde hâkimiyet kurduğunu iddia ediyorum.
Yediğimiz
hayvanla aramızda kopukluk olduğunu, onu “ete” dönüştürdüğümüz için
hayvanın kendisini görmediğimizi iddia ediyorsunuz. Ama şöyle bir iddia
da var: Asıl sorun insanların topraktan, doğanın gerçekliklerinden
uzaklaşması. Hayvanlar için üzülmemizin nedeni bu kopukluk; basit bir
duygusallık sorunu bu, çünkü çiftçiler ya da avcılar öldürdükleri hayvan
için üzülmez. Buna yanıtınız ne olur?
Duygusal
olmakta ne sakınca var? Bu da şefkat etiğinin bir parçası. Belki de
ihtiyacımız olan şey duygudur. Ortada sizi rahatsız eden bir şey varsa,
kültürün söyledikleri doğrultusunda duygularınızı değiştirmek yerine,
duygularınızın söyledikleri doğrultusunda kültürünüzü değiştirmek belki
de daha doğrudur. Çünkü duygusal açıdan rahatsız oluyorsanız, o kültürde
ters bir şeyler var demektir. Ben bir çiftlikte büyüdüm. Ablama, ölü
domuzu kaynar suya sokması için izin verirlerdi. Bunu seyrettikten sonra
gidip evde et yerdim. İkisi arasında tam bir kopukluk söz konusuydu. O
hayvanlar ötekilerdi, nesneleştirilmiş varlıklardı. Bu çok vahşi bir
süreç. Ayrıca birçok hayvan o eski çiftliklere benzer yerlerde
kesilmiyor, korkunç hayatlar yaşayıp korkunç yöntemlerle öldürülüyor.
Neither Man Nor Beast’te
(Ne Erkek Ne Hayvan) ayrıcalığı ele alıyorsunuz. Ama bir zamanlar
ikinci sınıf yiyecekler olarak algılanan tahıllar ve sebzeler (sadece
zenginler et yiyebiliyordu) bugün neredeyse birer lüks tüketim malı
konumunda. Özellikle organik yiyeceklerden ve ete alternatif olarak
üretilen ürünlerden söz ediyorum.
Öncelikle
şunu söylemek gerek: Amerika’da devlet süt ve et sektörünü destekliyor.
Böyle bir destek olmasaydı bugün bir hamburgerin fiyatının 35 dolar
olması gerekirdi. O zaman veganlığın gerçekten de ucuz bir beslenme
tarzı olduğu ortaya çıkardı. İkincisi, bu maliyet hesabını yaparken
sağlık harcamalarıyla gıda harcamalarını birarada düşünmemiz gerekir – o
zaman da veganlığın kat kat ucuz bir beslenme tarzı olduğu görülür.
Amerika’da başta gelen on öldürücü hastalığın altısı yüksek yağ, yüksek
kolesterol ve süt ürünleri tüketimine bağlı hastalıklar. Üçüncüsü,
dünyanın büyük çoğunluğu temelde vejetaryen bir rejimle hayatlarını
sürdürüyor, çünkü tahıllar ve baklagiller çok daha ucuz.
Neither Man Nor Beast’in
önsözünde sizin için birinci önceliğin feminist hareket olduğunu
söylüyorsunuz. Neden? Yıllar içinde bakış açınız değişti mi, yani artık
hayvan hakları hareketine daha çok önem verdiğinizi söyleyebilir
misiniz?
Birinci
önceliğimin feminist hareket olduğunu söylerken niyetim, hayvan hakları
hareketine önem vermediğimi söylemek değildi. Feminist harekete olan
bağlılığım herhangi başka bir bağlılığı dışlamıyor. Hayvanları feminist
bir bakış açısıyla savunduğumu, hayvanların maruz kaldığı baskı ile
kadınların maruz kaldığı baskı arasında bağlar olduğuna inandığımı
söylemek istemiştim. Örneğin kadına yönelik şiddet meselesi, şiddet
kullananların hayvanlara yönelik şiddetini de içeriyor. Dayak yiyen
kadınlar genellikle evdeki hayvanlarına ya da çocuklarına zarar geleceği
tehdidiyle terörize ediliyor, travmaya uğratılıyor ya da eve
hapsediliyor. Cinsel tacize uğrayan çocuklar hayvanlarına zarar
verileceği tehdidiyle susturuluyor. Hayvanlara yönelik şiddet de erkek
kontrolünü artıran unsurlardan biri. Keza kürtaj meselesi. Bazı hayvan
hakları aktivistleri hareketin kürtaja karşı olması gerektiğini
savunuyor. Ama ben feminist bir bakış açısından bakarak asıl meselenin
“dayatılmış gebelik” meselesi olduğunu düşünüyorum: Ben kadınların ve
diğer türlerin dişilerinin gebeliğe zorlanmasına karşıyım.
Yani
feminizm, hayvanları savunmamı sağlayacak çerçeveyi sunuyor. Bu çok
önemli, çünkü daha geniş bir toplumsal tahlille bağ olmayınca bazı
hayvan hakları kampanyaları kadın düşmanlığına varabiliyor.
Zaman zaman öfkeye kapılıyor musunuz?
Mesela New York Times’da
sınaî çiftliklerin yaygınlaşmasını, ve bunların insanlar ve çevre
üzerindeki etkilerini konu alan, ama tek bir satırında bile hayvanlara
değinilmeyen bir makale yayımlandığında öfkeleniyorum. Ama bu öfkeyi
bazı şeyler üzerinde kafa yorabilmek için kullanıyorum: Burada olup
biten nedir? Bu neyi temsil ediyor? O zaman bu öfke, meseleyi kuramsal
açıdan ele almamı sağlıyor, çünkü ben mevcut durumu anlamayı ve
değiştirmeyi istiyorum. Et yiyen insanlar bazen öyle şeyler yapıyorlar
ki “beni tahlil et” diye bağırıyor adeta. Bu nedenle, bu öfke ve
çaresizlik halinin beni felç etmesine izin vermek yerine, bunu bir süreç
olarak görmeye karar verdim. Ne de olsa bir zamanlar ben de et
yiyordum. Vejetaryenlerin geçirdiği süreci henüz tamamlamamış insanların
arasında yaşıyoruz, hepsi bu.
Bir vejetaryen olarak et yiyen insanlara her seferinde yanıt vermek zorunda olduğunuzu düşünüyor musunuz?
Bazen
yanıt vermenin önemli olduğunu düşünüyorum. Bir kere, vejetaryenler
diğerlerine göre daha gerçekçi düşünüyor, çünkü biz “kayıp göndergeyi”
yerine koyuyoruz. Biz onların tabaklarında yiyecek görmüyoruz, cesetler
görüyoruz, ölü hayvanlar görüyoruz. Biz hem gerçekçi düşünmeyi hem de
metaforik düşünmeyi bildiğimiz için, işin aslını ifade etmeye
kalktığımızda insanların huzursuzluk duyması ve bize düşmanca yaklaşması
kaçınılmaz oluyor. Örneğin, insanlar giydikleri giysilerin ne
koşullarda üretildiğini bilmek istemiyor. O giysileri çok kötü şartlarda
çalışan kadınların ve çocukların ürettiklerini bilmek istemiyorlar.
Oradaki “kayıp göndergeyi” yerine koymayı istemiyorlar. İkinci olarak
şunu söylemek istiyorum: Vejetaryenler, sofrada ölü bir hayvan bulunduğu
zamanlarda bu konuyu konuşmaktan kaçınmalı. Çünkü o zaman çok fazla
gerilim oluyor. O sırada o hayvanı yemekte olan kişi yaptığı şeyi
meşrulaştırmak için daha da fazla çaba harcıyor.
Vejetaryenlerin alttan almaktan vazgeçmesi gerektiği konusunda Karen Davis’e katılıyor musunuz?
Kesinlikle.
Karen bu konuda asla taviz vermez; hiçbir zaman boşvermememiz,
tartışmaya girmekten kaçınmamamız konusunda kararlıdır. Buna
katılıyorum. Ama biz vejetaryenlerin yapması gereken, et yiyen bir
insana neden bu yolu seçtiğimizi açıklamaya çalışmak yerine, onun neden
et yediğini açıklamasını sağlamak.
Hayvanlar,
yaşadıkları süre içinde bile yığın olarak görülüyorlar. Geçenlerde 6
yaşındaki çocuğumla sinemaya gittik, filmin sonunda “bu filmin
çekimlerinde hiçbir hayvan zulüm görmemiştir” yazdı. Çocuğum da şöyle
dedi: “Yani bu filmde yedikleri etlerin hepsi sahte miydi?” Bu çok
derinlikli bir soruydu, çünkü kültürümüzde hayvanları yemek zulümden
sayılmıyor. Ama altı yaşındaki bir vejetaryen bütün bir kültürel pratiği
sorgulayabiliyor.
Ekofeminist şefkat etiğinde hayvanlar nasıl ele alınıyor?
Hayvanları
yiyen insanlar bir tahakküm ilişkisinden yararlanıyor, ama kültürümüzde
bu ilişkiyi sağlayan yapıların ve bu süreçte zarar gören hayvanların
görünmezliği teşvik ediliyor. Hayvanlara yığın gözüyle bakılıyor.
Bireyselliklerinden kopartılıyorlar, böylece buradaki tahakküm ilişkisi
görünmez oluyor. Eti, hayvanların varlık nedeni olarak görüyoruz;
hayvanların yenmek için var olduklarını düşünüyoruz. Ama ekofeminist bir
etik anlayışında ilk sorulması gereken şu: “Ne yaşıyorsun?” Bu soruyu
sadece dilimizi konuşan varlıklarla empati kurarak değil, sütü sağılan
bir ineğe, sürekli yumurtlatılan bir tavuğa, boğazları kesilmek üzere
olan hayvanlara da sorabilmemiz gerek. Öncelikle de bu soruyu sormanın
meşru olduğunu, hayvanların gerçekten de bir şeyler yaşadıklarını kabul
etmek gerek. İkinci olarak da, o hayvanların ne yaşadıklarını
anlayabilmek için gereken bilgileri edinmek gerek. Bu soruyu içtenlikle
sorduğumuzda, inanın hayvanlar –kelimelerle olmasa bile– bize cevap
veriyor.
Hayvan hakları aktivizminin ilerici siyasette doğal bir yeri olduğunu düşünüyor musunuz?
Doğal
değil, mantıkî bir yeri var. 19. yüzyıla baktığınızda evrensel oy hakkı
hareketi, işçiler ve hayvan deneyi karşıtları arasında ittifak olduğunu
görüyorsunuz. Ama liberal siyaset hayvan hakları konusunda o kadar
cömert değil, çünkü liberal felsefe insan-hayvan ayrımına dayanıyor.
İlerici siyaset bilinç değiştirme meselesidir, baskı yapılarını
değiştirme meselesidir. Hayvanların bilinç sahibi olmadıkları
düşünüldüğü için, baskı yapılarıyla ilgileri de olmadığı düşünülür.
Hayvan hakları anlayışının ilerici siyasette yeri olduğundan pek emin
değilim. Ama hayvan savunuculuğunun kesinlikle yeri var. İktidar sahibi
olmayan insanlar –ister kadınlar olsun, ister siyahlar ya da işçiler–
hep hayvanlarla benzerlik üzerinden konumlandırılır; biz buradaki
işleyişin farkına varmadıkça insanlarla hayvanlar arasındaki sınır,
gücünü ve etkisini korumaya devam edecek.
Tarihte
kadınlar hayvan hakları hareketinde her zaman öncü oldu, ama
feministler olmadı. Feministler neden ırk ya da sınıf ayrımcılığına
karşı siyasî ve felsefî tavır almakta gecikmezken, hayvan haklarını hiçe
saydılar? Bunun birkaç nedeni var. Birçok feminist yıllar içinde
kadınlarla hayvanlar arasında kurulan denkliğin kadınları gayri
insanîleştirme şekli olduğunu gördü. Buna tepki olarak, “Biz de insan
türünün bir parçasıyız. Tıpkı erkekler gibi ussal, düşünen varlıklarız,”
dediler. Ayrıca ırkçılık karşıtı ilerici feministlerde, hayvanlar adına
konuştuğumuzda insan mağdurların uğradığı haksızlıkları küçümseme
endişesi söz konusu.
Özel
olan siyasîdir, diyoruz, ama ne yediğimiz ya da ne giydiğimiz hâlâ özel
konulardan sayılıyor. Şöyle karşılık veriyorlar size: “Hayvanları yiyip
yememekle ilgili kararımın özel bir karar olarak kalmasını istiyorum.”
Ama yemek son derece kamusal bir edim...
Evet, ama bu edimi özel alana çekme güdüsü hâkim.
Belki
de hayatlarını değiştirmek zorunda kalacakları için bu konuda düşünmek
istemiyorlar. Feministler kadınların et parçası gibi muamele görmesine
karşı çıkıyor, ama bunu yaparken hamburger ya da biftek yiyorlar.
Bilinçlenme
süreci herkes için bir noktadan sonra kişisel bir süreç. Ama et yemek
konusunda ve etin kaynağının hayvanlar olduğunu gizleme konusunda
kültürel açıdan öylesine bir baskı var ki, kesilip biçilmiş et dilsel
açıdan türlü türlü kisvelere büründürülüyor: “Bir kuzunun bacağı”
demiyoruz, “kuzu budu” diyoruz. Kuzu ile bacağı arasındaki aidiyet
ilişkisini ortadan kaldırıyoruz. Hayvanlar bireylerden oluşmayan,
yekpare bir kitlenin adı değil. Su öyledir mesela. Ne kadar eklesen ne
kadar çıkarsan su yine sudur. Et kelimesini kullanarak hayvanlar
hakkında böyle bir yanılgı oluşturuyoruz.
Kadınlar
geleneksel olarak kendi mağduriyetlerinden ziyade başkalarınınkiyle
ilgilenmiştir. Feministlerin, hayvan aktivizminin kadınları kendi
sorunlarından uzaklaştıracağı yolundaki eleştirisine cevabınız ne olur?
Kısmen
haklılar. Hayvan hakları hareketinin yaklaşık %80’i kadınlardan
oluşuyor, ama bu kadınlar kendi hayatlarındaki baskının farkına varmayı
ya da bu baskıyla baş etmeyi başaramıyor. Bunu fark eden, hatta cinsel
şiddete maruz kalanlar da var. Dayağa, tecavüze, kadınlara yönelik başka
yerleşik şiddet biçimlerine karşı çıkan birçok feminist olduğunu, ama
hayvan haklarıyla ilgilenen feministlerin sayısının az olduğunu
görüyorlar ve bu alanda kendilerine daha çok ihtiyaç olduğunu
düşünüyorlar. Ama bence hayvan hakları hareketi içindeki erkek
hiyerarşisi bunu bir sorun haline getiriyor. Patriyarkal Ataerkil bir
dünyada birer kadın olarak bilincimizi geliştirebileceğimiz bir alan
olarak görmeyebiliyoruz bu hareketi.
ÇERÇEVELER
Ontoloji
ideolojiyi tekrarlıyor. Başka deyişle, ideoloji, görünürde ontolojik
olanı yaratıyor: Kadınların varoluşunun cinsel varlıklar olarak (ya da
bazı feministlerin iddia ettiği gibi, tecavüz edilebilir varlıklar
olarak) tanımlanması gibi, hayvanların varoluşu da et kaynağı olarak
tanımlanıyor. Kadınların ve hayvanların varlığının birer nesne şeklinde
tanımlanmasında, dil şiddetin bir öznesi/âmili/uygulayıcısı olduğu
gerçeğini ortadan kaldırıyor. Sarah Hoagland bu süreci şöyle açıklıyor:
“John Mary’yi dövdü”, “Mary John’dan dayak yedi”ye, sonra “Mary dayak
yedi”ye, sonunda da “dayak yiyen kadınlara” ve “şiddete maruz kalan
kadınlara” dönüşüyor. Kadınlara yönelik şiddetle ve “şiddete maruz kalan
kadınlar” ifadesiyle ilgili olarak, Hoagland şunu gözlemliyor:
“Burada,erkeklerin kadınlara yaptığı bir şey, kadının doğasının parçası
olan bir şey haline getiriliyor. Ve John’un bu süreçteki payını hepten
unutuyoruz.”
Hayvanların
bedenlerinin yenilebilir olduğu anlayışı da benzer bir tarzda kendini
gösteriyor ve bedenlerini tüketmek üzere ölü hayvanları satın alan
insanların âmilliğini ortadan kaldırıyor. “Ben cesetlerini et olarak
tüketebileyim diye birileri hayvanları öldürüyor”, “hayvanlar et olarak
yenmek üzere öldürülüyor”a, sonra “hayvanlar ettir”e, sonunda da “et
hayvanları”na ve nihayet “et”e dönüşüyor. Bizim hayvanlara yaptığımız
bir şey, hayvanların doğasının bir parçası haline geliyor. Ve bu
süreçteki payımızı hepten unutuyoruz.
Carol Adams, “The Social Construction of Edible Bodies and Humans as Predators”, Ethical Vegetarianism – From Pythagoras to Peter Singer, s. 250-251
Et,
doğal ve kaçınılmaz gibi gösterilen bir kültürel inşadır. İnsanlar daha
konuşmayı bile bilmedikleri bir yaştan itibaren hayvanları tüketmeye
başlıyor, dolayısıyla et yemeyi meşrulaştırmak üzere etobur hayvanlarla
analoji kuracak yaşa gelene kadar yüzlerce hayvanı yemiş oluyorlar.
Çocuk dört ya da beş yaşındayken etin hayvanlardan elde edildiğini
anladığı zaman, hissettiği rahatsızlığı gidermek için kendisine sunulan
meşrulaştırmalarla karşılaşıyor. Bu meşrulaştırmaları duymadan önce
yediği etin tadı, bunların altında sağlam bir temel olduğuna inanması
için gerekçe sağlıyor. Ayrıca bugün yetişkin olanların önemli bir
bölümü, çocukluğunu, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki nüfus patlaması
sırasında, yani dört temel besin grubu olduğu, et ve süt ürünlerinin de
bunlardan ikisi olduğu iddiasının yerleştirildiği bir dönemde geçirdi.
(Et ve süt endüstrisinin etkin lobi çalışmaları sonucu 1950’lerde bu
görüş hâkim oldu. Oysa yüzyılın başında on iki temel besin grubu olduğu
kabul ediliyordu.) Bu yüzden insanlar çocukluklarından itibaren sadece
etin tadına varmakla kalmadılar, mütemadiyen işittikleri, insanların
hayatta kalmak için ölü hayvanları yemek zorunda oldukları iddiasının
doğru olduğuna da inandılar. Et yemenin doğal olduğu fikri bu bağlamda
gelişmiştir. İdeoloji yapay olanı doğal ve kaçınılmaz gibi gösterir.
Hatta, bunun bir “beslenme” mevzuu kisvesine büründürülmesiyle,
ideolojinin kendisi görünmez olur.
Ethical Vegetarianism – From Pythagoras to Peter Singer, s. 24.
Biz
et yediğimiz her gün, tek tek hayvanlarla etkileşime giriyoruz.. Ama bu
iddia ve içerimleri öyle bir kılığa büründürülüyor ki, hayvanın kendisi
ortadan kalkıyor ve asıl etkileşime girdiğimiz şeyin “et” adı verilen
bir besin türü olduğu söyleniyor. Etin Cinsel Politikası’nda, hayvanı
ortadan kaldıran bu süreci, kayıp gönderge yapısı olarak adlandırdım.
Hayvanların etleri için var oldukları kabulüyle, hayvanlar ismen de
cismen de yok ediliyor. Hayvanlar canlı olsalar et olamazlar. Yani canlı
bir hayvanın yerini ölü bir gövde alıyor ve hayvanlar kayıp gönderge
haline geliyor. Hayvanlar olmadan et yemek de söz konusu olamazdı. Ama
et yeme ediminde hayvanlar mevcut değiller, çünkü besine
dönüştürülüyorlar.
Hayvanlar,
tüketiciler onları yemeden önce, cesetleri yeniden adlandıran dil
aracılığıyla kayıp hale getiriliyor. Kayıp gönderge, bağımsız bir
kendilik olarak hayvanın varlığını unutmamıza izin veriyor.
Tabağımızdaki sosis, bir zamanlar ait olduğu domuzun bedensel
varoluşundan koparılmış bir parçadır.
...
Kayıp
gönderge yapısı, hayvanları ataerkil ideolojiyle ilgili anlayışımızın
dışında tutuyor ve hayvanların görünür kılınması çabalarına direnmemize
neden oluyor. Bu yüzden hayvanları, insan ihtiyaçları ve çıkarları
bağlamında ele alıyoruz: Onları kullanılabilir, tüketilebilir varlıklar
olarak görüyoruz. Hayvanları görünür kılmayan feminist söylem de bu
yapıya katkıda bulunuyor.
Ethical Vegetarianism – From Pythagoras to Peter Singer, s. 249-250
Carol J. Adams
Çeviren: Elçin Gen
Kaynak : Birikim Dergisi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder