Sayfalar

15 Mayıs 2012 Salı

Marksın Ekolojisizliği: Marksizm ve Çevrecilik




Ekolojist düşünce kökleri mazide, yaprakları ise gelecekte olan bir genç ağaç, Marksizm ise artık iyice yaşlanan bir ulu çınar. Üstelik ekolojist ağacın genç sürgünleri Marksizm denen ulu çınarın gölgesinden çok,  kendini yenileyen anarşi denen dev sekoyanın dibinden uzatıyor kafasını gökyüzüne.
Ama bu duruma rağmen genç fidanın aslında o ulu çınarla aşılanması gerektiğini iddia eden bahçıvanlar var. Bunlar eko sosyalistler. Ben bu aşının tutmayacağı kansında olanlardanım. Sol ve Ekolojik hareket arasında bağlar kurarak ekoloji ile sosyalizm idealini evlendirme girişiminin adı ekolojik sosyalizm. Bu beraberliğin mutlu bir beraberlik olup olmadığı ise çok tartışılan bir nokta.



Kolay olmadığı bir gerçek, çünkü her iki tarafta başka epistemlere, başka zamanlara ait iki olguyu (basitçe sol Aydınlanmanın bir tezahürü iken, ekolojizmin kökleri Romantizme dayanır, sol insan merkezci ve akılcıyken, ekolojizm biyomerkezci ve sezgiseldir) kaynaştırmanın taviz vermeden olanaklı olmadığını biliyor. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse burada duruşunu koruyan, evlilik yerine flörtü öneren Ekolojizm. Bu birlikteliği evlilik biçiminde devam ettirmekte hayli ısrarcı davranan ise eko sosyalizm.
Açıkçası biraz alınmalara yol açsa da solun burada geçmişinden getirdiği kapsayıcılık nedeniyle ve herşeyi kendi bünyesinde toplama çabasının bir sonucu olarak ekolojiyi içe almakta ısrarcı olurken, bunu tutarlılık sağlayarak değil de, pragmatik davranarak çözme çabasında olduğunu söyleyebilirim. Yüzleşilmek istenmeyen gerçek şu. Marksizm içinde kalınarak ekolojist olunmuyor, elbette ekolojizmin solun eşitlikçi ufku ile buluşması, daha toplumsal nitelikler kazanması iyi sonuçlar verecek bir şey. Ekoloji hareketi içinde Charlene Spretnak, Firitjof Capra gibi derin ekolojistlerle, Jonathon Porrit gibi derin yeşiller, ekolojinin sol bir perspektif kazanmasına hiç sıcak bakmasa da sanırım, ekoloji hareketi içindeki bir çok kişi sol ile düşünsel alışveriş içinde olmayı, solun toplumsal tasavvurlarına olumlu bakmayı yadsımıyor. Hatta birçok Avrupa Yeşil Partisinde olduğu gibi Yeşiller akımı, sol ile ekolojinin eko-soldan çok daha tutarlı. (derin ekolojiden insan merkezciliğin reddini alan ancak toplumsal dönüşüm hedefindeyse sola bağlı kalan, örgütsel yapılanmasında ve siyasal ütopyasında ise Anarşizme bağlanan Yeşil düşünce, ekolojizm ile solun düşünsel kaynaşımına eko-sosyalistlerden çok daha tutarlı ve güzel bir örneklik oluşturmaktalar) bir biçimde birlikte olduğu siyasal ortamlar.
Hemen hemen tüm ekolojik sosyalizm tasavvurları, ekolojik kriz olarak adlandırdığım biyosferik tepkimelerin kapitalizmden kaynaklandığı düşüncesindeler. Onlara göre gezegenin selameti, canlı hayatın var kalabilmesi, hatta insanın devam edip edememesi, gezegenin kapitalizm denen asalak sistemden kurtulabilmesine bağlı. Lâkin bu ekoloji sorununu fazlasıyla basite indirgemek bence,  saf haliyle Ekolojizm kapitalizmi-aslında bir bütün olarak moderniteyi yahut endüstriyalizm denen olguyu-son derece önemsese de, ekolojik krizin köklerinin çok daha derinlerde yattığını, insanın uygarlık denen tecrübeyi inşaa etmesi süreci ile adım adım doğadan uzaklaştığını, modernite ile bu kopuşun adeta taç noktasına ulaştığını savunur. Daha radikal olanları gezegenin bu krizden kurtulabilmesinin uygarlık denen şeyde köklü bir revizyon, hatta -uygarlık karşıtı derin ekolojik anarşizm de görüldüğü gibi-uygarlık denen şeyi tümden dönüşüme uğratacak bir zihinsel, kültürel, siyasal dönüşümün elzem olduğunu söyleyip durur. Dolayısıyla Ekolojizm açısından ekolojik kriz, basitçe insanlar arasındaki sorunların uzantısı değildir. Sorunun kökleri çok daha derinlerdedir.
Kaldı ki Michel Löwy gibi benim bir hayli takdir ettiğim Eko-Marksistler, ekolojizm vasıtasıyla marksizmin modernist köklerinden kurtulup daha yenilikçi bir konum kazanmasından yana. Açıkçası Löwy baklayı ağızdan çıkaran bir dürüstlük gösteriyor. Baklanın adı ekolojizmin Marksizme payanda yapılarak soğurulması.
“Marksizmin, sorgulanmaya, eleştirilmeye ve yenilenmeye de ihtiyacı olduğu kuşku götürmez, ama bize göre bunun öne sürüle-nin tam tersi bir nedenden ötürü, onun üretimci endüstriyel kapitalizm modelinden, modern burjuva uygarlığının temellerinden kopuşu yeterince olmadığı için yapılması gerekir.”
Demek ki çoğu Marksistin iddia ettiği gibi Marksizm burjuva düşüncesinden, onun ekonomizmi olarak üretimcilikten radikal bir kopuş anlamına gelmiyor. Bu konuda Löwy ile tamamen hemfikirim. Gerçekten de Marks ve Marksizm burjuva uygarlık modelinin en zirve noktasıdır. Marks büyük oranda hegelci-feurbahcı bağlamla, burjuva ekonomi politik paradigmasının içinden konuşur. Onun radikal bir reddinden çok tadilatıdır. Bu bağlamda Marks ve Marksizm devrimci değil reformisttir
Löwy ekolojizmle marksizmi takviye etme derdindedir. Nitekim kendi sosyalizm modeli çevreci (ekolojist değil) esinler taşır.
“Ayrıca Marksizm burjuva uygarlığından kopuşunu radikalleştirmek için çağdaş toplumsal hareketlerin ortaya çıkardığı ekoloji ve feminizm gibi teorik ve pratik karşı çıkışları bütünleştirebilmelidir. Bu yeni uygarlık vizyonunu gerektirir. Bu vizyon sadece aynı üretici güçlerin devlet denetiminde gelişmesini temel alan Batılı/endüstriyel kapitalist paradigmanın daha ‘ilerici’ bir versiyonu olmayacak, kullanım değerleri ve demokratik planlamayı, yenilenebilen enerji kaynaklarını ve ekolojik üretimi, ırk ve toplumsal cinsiyet eşitliğini, özgür insan topluluğunu ve uluslar arası dayanışmayı temel alan yeni bir yaşam tarzı olacaktır.”
Löwy’nin sosyalizm ütopyası kuşkusuz takdire değer, ama demokratik planlama ve kullanım değerleri kavramları tam da Löwy’nin marks’dan kaynaklanan illetleri.
Görüldüğü gibi en özgür düşünebilen Marksist bile ekolojizmin yanında yabancı bir dilde konuşuyor konumda kalıyor. Çünkü ısrarla altını çizdiğim gibi Marks’a sadık kalınarak ekolojist olunamayacağı gibi ekolojizmin asli meseleleri ile en başta terminolojik bir uyuşmazlık yaşanacaktır. Löwy’nin terminolojik yabancılaşmasının nedenleri Marksistlerin ekolojik sorunların doğasını kavrayamamalarından kaynaklanıyor. Bunun da yegâne nedeni, Marks’ın kendisinden kaynaklanan ve ekoloji sorununu kapitalizmin üretimsel kaotikliğinden doğan bir mesele gibi görmeleri. Doğrusu Marksistlerin evvela felsefi bir devrim yaşayıp Marks’ın terminolojik alt yapısından kurtulmaları gerekiyor.
Ekoloji hareketinin özellikle Radikal kanatlarının Marksla arasının iyi olduğunu söylemek zordur. John Belamy Foster gibilerin “şeytan kutsal kitaptan yapacağı alıntılar ile kendini haklı çıkarabilir” şeklindeki Latin atasözünü haklı çıkarırcasına Marksın aslında ne kadar ekolojist olduğunu ispatlama çabalarını bir yana bırakarak işe başlayabiliriz. İşin doğrusu Marks’da doğayla insan arasında kopmaz bağlara dikkat çeken, çevre kirliliği olarak adlandırılan olguları kınayan, insanın bu tür eylemleri ile ilgili uyarılarda bulunan ifadeler kadar, bol bol doğa üzerinde egemenlik, insanın emek yolu ile dünyayı bütünü ile insanlaştırmasını öneren, hatta dünyayı koca bir fabrikaya dönüştürme arzusunu içeren ifadelere de rastlarız.
Ancak Eko sosyalistlerin çoğu-belki Bookchin hariç ki o da marksizmle anarşizmin sentezini yapan bir Anarko-komünalist düşünür olduğu için bu konuda daha nettir-Marks’la aralarındaki miras bağını korumaya özen gösterir ve marksın ilerlemeci ifadelerine ciddi eleştiriler getirmezler (burada Löwy’nin kısmen bile olsa hakkını teslim etmek gerekir), daha çok bunların bağlamını değiştiren yorumlarla sorunu aşmaya gayret ederler. Sol ekolojistlerin bir kısmının (özellikle Thomas Eberman ve Rainer Trampet gibi yeşil sosyalistler) marksın kendi döneminin ilerleme ruhundan etkilendiğini, dolayısıyla günümüz ekolojik meselelerinde onun başlı başına bir veri olarak kabul edilemeyeceği yönünde fikirleri olsa da, ekolojik sol Marksist bağlamın dışında yer almaz. Hatta onun bir Viktoryen epistem olduğu biçimindeki eleştirileri, marksın aslında burjuvazinin olay ufkundan çıkamadığı yönündeki radikal ekolojist-özellikle Boockhinci- eleştirileri kabul ettikleri de söylenemez.
“Gerçek sınıf mücadelesinin olanaklarını görmeyi, kapitalizme yöneltilen fiili karşı çıkışı anlamayı ömrü boyunca reddeden Marx, etkin ve somut biçimde, kuşakların feda edilmesini gerektiren kapitalist gelişmenin bütünlüğü ve ilerlemesi için çalışmıştır.”
diyen Zerzanı kabul edecek eko-sosyalist pek yoktur. Oysaki bu eleştiri komünist manifestodan, hatta Grundrise’den, daha ötesi olgunluk eseri kapitalden yola çıkılarak rahatlıkla yapılabilir. Gerçekten de marksın gözünde kapitalizm ve burjuvazi ilerici bir rol oynuyordu. Çünkü Marks için devrim bir üretim tarzından bir başka üretim tarzına geçişti. Ve kapitalizm yaptıkları ile sosyalizmin yolunu açıyordu. Çünkü kapitalizm yarattığı üretimsel devrimle komünist toplumda her kesin yaşamını sürdürmek için çalışma sorununu aşacak bir zemin hazırlıyordu. Bundan dolayı kimi eko-sosyalistler post-endüstriyel toplumun ekolojik bakımdan sorun oluşturmayacak bir üretim mantığını geliştirdiğini, kapitalizmin yarattığı teknik olanaklarla bizlerin doğaya aşırı yük bindirmemizi önleyecek bir zemin yarattığını savunurlar.
Bu arada ekolojizm de tavrımın bütünü ile olmasa da Derin Ekolojik Anarşizm olarak uygarlık karşıtlarına yakın olduğumu, insanın doğayı evcilleştirmesi sorunu ile yüzleşmeyi reddeden, insanın türsel imtiyazlarına saldırmayı göze almayan her ekolojist iddianın son tahlilde çevreciliğin olay ufkundan radikal bir kopuşu gerçekleştiremeyeceği kanısındayım.
Şimdi konuyu derinleştirelim ve Marks’daki çevreciliği bir kenara bırakıp ondaki ilerleme ruhunu masaya çağıralım.
Doğaya Karşı Emek Değer Yasası

Marksın temel sistematiğinin ya da teorik sisteminin ana çatısının emek değer yasası olduğu nettir. Dolayısıyla Marks’la hesaplaşmaya o noktadan başlamak gereklidir. Mark’sın yapıtlarında emteğe övgüler düzüldüğü, onun adeta ontolojik bir statü kazandığı bir gerçekliktir. Gerçi anti-hümanist ve marksın düşünsel metodolojisini bir felsefe değil de, bir bilim olarak okumak konusunda ısrarcı olan, ama geniş Marksist ailede pek de itibar görmeyen Althusserci Marksistler emek ontolojisini hegelyan buldukları için kabul etmezler. Genç Marks olgun Marks ayrımları gerçekten de keyfidir. Çünkü olgun marksı veri alırsak ortaya bir ekonomik determinizmden başka şeyin çıkması zor olur. O yüzden ben bu yazıda bu Althusseryen pozitivizmi dikkate almadım. Marks’ın amacı elbette insanın dünyayı elleriyle yarattığını, onun bir homo ekonomicus olmadığı, onun çalışma yolu ile kendini geliştirip dönüştürdüğünü ortaya koymaktır. Bir anlam da Marks’a göre insan kendinin bizzat koşuldur, insan kendi üretken etkinliklerinin hem öznesidir, hem de bu etkinliklerin sonuçlarından etkilendiği için kendi etkinliklerinin nesnesidir. Onun düşüncelerinin sadık yorumcusu, ama kimi zaman da abartıcısı olan Engels, insanın emekle yaratıldığını ileri sürer.
“Ekonomi-politikçiler, emek bütün zenginliklerin kaynağıdır, der. Gerçekten de bir kaynaktır - ki bu kaynak, hemen hemen doğadan sağladığı materyali, zenginliğe çevirir. Ama bundan da sonsuz denecek kadar fazla bir şeydir. O, insanın tüm varlığının başlıca temel koşuludur ve belirli bir anlamda, bu öyle bir ölçüdedir ki, emek, insanı bizzat yarattı *diyebiliriz.”
Ama Engels’in biraz abartmakla birlikte Marks’ın izinden gittiği, temel de onun tezlerini eksene aldığı da bir gerçekliktir.
“Dünya tarihi denilen şeyin bütünü, insanın emeği yoluyla insanın yaratılmasından başka bir şey değildir”  ya da “Evrensel denen tarih, insanın insani emek sayesinde üremesinden, doğanın insan için oluşumundan başka birşey olmadığını göstermektedir. (..) İnsan, özellikle nesneler dünyasını şekillendirerek kendini türsel bir varlık olarak ileri sürmeye başlar. Bu üretim onun yaratıcı türsel yaşamıdır. Bu üretim sayesinde insanın eseri ve gerçekliği olarak belirir. Demek ki çalışmanın nesnesi, insanın türsel yaşamının gerçekleşmesidir. İnsan kendini yalnızca bilinci içinde entelektüel olarak yeniden üretmekle kalmaz, ama faal olarak, gerçek olarak kendini kendi yaratısının dünyasında da seyreder.”
Marks için emek Heidegger’in daseini gibi varlığın ve varoluşun koşuldur. İnsan dünyaya fırlatılmamıştır, insan dünyayı emek yolu ile dönüştürerek kendini yaratmaktadır. Bir bakıma maddi üretim, insanın özsel niteliğidir. Bu özelliği aracılığıyla insan, bu pratik içinde kendi farklı doğasını oluşturur. İnsanın dönüştürücü faaliyeti, gerçek bir süreci (emek sürecini) harekete geçirir. Bu süreçte emek, kendi farklı doğasını toplumsal ilişkilerle yeniden üretir. Bu yeni değeri yaratırken eski değeri de aktarmak, canlı emeğin doğal niteliği ve özelliğidir.   Ancak bu emek kutsaması onların ekolojizmle irtibatlaşmalarını olanaksız kılacak birer viktoryen burjuva köktürdürler. Çünkü onların kutsadıkları emek ekolojist bir gözle bakıldığında dünyadaki yıkımın sorumlusudur.
Emek ontolojisi emek değer teorisinin bir yerde felsefi zemindir. Teorinin temel zemini dönemin tüm sosyalistlerinde ortaktır, emek toplumsal zenginliğin kaynağıdır. Emek değer teorisine gelince. Emek değer teorisi değeri yaratan şeyin, bir ekonomik malın (meta) üretilmesinde harcanan zamanı ve üretim süreçlerindeki diğer unsurlar için de harcanan emeği içerir. Bir başka anlatımla bir malın değeri olarak fiyatı aslında onun üretiminde harcanan emek oluşturur.
“Toplumsal bakımdan gerekli emek zaman, herhangi bir kullanma değerini, toplumsal “üretimin üretim araçlarına toplum tarafından el konulması ile meta üretimi ve bunun sonucu ürünün üretici üzerindeki egemenliği ortadan kalkar; Böylece ilk kez olarak insan, belli bir anlamda hayvanlar dünyasından kesinlikle ayrılır, hayvansal yaşama koşullarından gerçekten insanca yaşama koşullarına geçer. İnsanı çevreleyen, şimdiye değin insanı egemenliği altında tutan koşulların alanı şimdi, kendi öz toplumsal yaşamlarının efendileri niteliği ile ilk kez olarak doğanın gerçek ve bilinçli efendileri durumuna insanların egemenliği ve denetimi altına geçer ”
zamanı ve üretim süreçlerindeki diğer unsurlar için de harcanan emeği içerir. Emek değer teorisinin ilk mucidi sayılabilecek David Ricardo malların değerini belirleyen şeyin o malın üretilmesi için gerekli emek zaman olduğunu belirtmişti. Bu suretle ilk emek değer yasasını ileri sürmüş oluyordu. Yine bu görüşe göre bir malın değerinin içinde hem canlı (üretken) emek hem de ölü emek (sermaye) bulunmaktadır. Klasik iktisadi kuram Marksist iktisat teorisinden farklı olarak malın değerinin içinde artı değer denilen olguyu görmez-değerlendirmez.

Marx ise öncelikle malın değerinin iki kategoride değerlendirilmesi gerektiğini ileri sürdü. Eğer bir mal sadece kullanan kişiye yarar sağlamak amacı ile üretildi ise o mal sadece kullanım değerine sahiptir. Marx kullanım değerini yaratan emeğin “belirli bir amaçla yapılan belirli bir türden etkinlik” olarak tanımlanan “somut” ya da “yararlı emek” olduğunu belirler.
Ancak eğer mal elden çıkartılıp, mübadeleye girecek ise bir meta olarak değerlendirilir. Metanın değeri onda “donmuş” olan emeğin miktarını (harcanan zamanı) yansıtmalıdır.
Bir metada “donmuş” halde bulunan emek “üç tür emeğin” karışımından meydana gelir:
1.Nesnenin yapımında doğrudan harcanmış emek zaman
2.İmalatta kullanılan makineleri üreten emek zaman
3.Ham maddeleri elde etmekte harcanan emek zaman
Ancak emek zaman onu üreten işçinin çalışkanlığına-yeteneğine göre değiştiği için Marx kastettiği emek zamanın “toplumsal olarak gerekli emek zaman”( socially necessarry labor time) olduğunu belirtmiştir. Bu ortalama bir işçinin işi bitirmesi için gerekli zaman birimidir.
Bir meta değeri içinde kullanım değerinin yanı sıra mübadele(değişim) değeri de barındırmaktadır. Mübadele değerini yaratan emek -kullanım değerini yaratan emekten farklı olarak-sadece süresi ile ölçülen “soyut” ya da “farklılaştırılmamış” emektir
“Toplumsal bakımdan gerekli emek zaman, herhangi bir kullanma değerini, toplumsal üretimin normal şartları ortalama beceri ve iş yoğunluğuyla, üretmek için gerekli olan emek zamandır”
Kapitalist üretimde emek iki yönlü bir süreçte iş görür kullanım değeri olarak üretilen malların yaratıcısı olarak emek zaman, ticari anlamda değeri içeren değişim değeri olarak emek zaman. Marks’ta emeğin nitel farkı önem taşımaz. Yani çok becerikli usta bir emekçinin yetenekleriyle ürettiği bir mal için harcadığı zaman ile yetenekleri fazla gelişmemiş bir emekçinin üretimde harcadığı zaman arasındaki fark ortalama da bütünleştirilir ve ortalama bir emek zaman-ki o da toplumsal anlamda gerekli olan emek zamandır-olarak belirlenir. Bu bakımdan Marks için emeğin nitel ve nicel ayrımı daha çok önem taşır. Dolayısıyla kullanım değeri olarak nitel emek, değişim değeri olarak nicel emek farkı söz konusudur. Son tahlilde metanın dolaşımı ikisi arasındaki farkı eşitler.
Marks meta’nın dolaşımı üzerinden bir tür ağsal ekonomi ekonomik politikası analizi ile bir sistem olarak kapitalizm eleştirisi yaptı. Onu farklı kılan hatta bir ölçüde analizlerinin anarşistlerin ekonomi analizlerinden daha iyiymiş gibi görünmesine de neden olan şey bu oldu. Metanın dolaşıma girdiği kapitalist toplumda onu belirleyen esas şey paradır. Bu anlamda kapitalizmde para saf sermayedir. Diğer yandan Marks Althussercilerce hegelyan bulunan yabancılaşma teorisi ekseninde kurduğu emek ontolojisi teorisinde bir kez daha doğa üzerine egemenlik fikri, insan merkezci bakış ile olan yakınsaklığını ve bu yönüyle de onun aydınlanmacı ve ilerlemeci yönlerini açığa çıkarır.
“Emek tüm insan varoloşunun bir ön koşuludur, emek insan ile doğa arasında dolayımı kurar, insan emek yoluyla doğayı değiştirdiği oranda kendi özünü gerçekleştirir.”
Bu tezler ile Marks eko-sosyalistlerin önde gelen teorisyenlerinin iddia ettiği gibi ekoloji sorunsalının ipuçlarını veren bir düşünür olmaktan çok, Doğa Üzerinde egemenlik çığlıkları atan modernizimin kurucu babaları sayılacak Descartes, Bacon gibilerle aynı dili konuşan bir ilerlemeci pozitivisttir. Bu bakımdan Marks’ın düşünceleri için Viktoryen ifadesini kullanan Foucault çok da haksız değildir.
Ekolojik Değer ve Marks
Marksist doktrinin ana omurgası emek değer teorisi üzerine kuruludur dedik. Peki, onun emeği bu denli çok yüceltmesinin nedeni nedir? Marksın emeği insanın özü olarak görmesi hiç de çağından bağımsız değildir. Herşeyden önce Protestan etiğinin çalışmayı yücelttiğini, İngiliz ekonomi politiğinin iktisadın etmeline emeği koyması özünde emeğin üretken olmasıdır. Ama marks’ın göremediği toprağın hammadde olması gibi emeğin yüceltiminin de temelinde onun kapitalizm tarafından insanın diğer niteliklerinden soyutlanarak buna indirgenmesidir. Tam da bu nedenle Marks ve Engels burjuvazinin olay ufkundan çıkamamışlardır.
Zeynep Gambettinin çok yerinde saptaması ile Marks biopoltikanın ya da yaşam dünyası içinde insanın emek yoluyla bir biyolojik varlığa indirgenip adeta etinden, sütünden yününde faydalanılıp sonrada bir posa gibi kenara atılan insana dönük ahlaki isyanı ile konusuna bağımlı bilim insanlarının çoğunun düştüğü hataya düşerek insanın özüne emeğe bağlaması ve bu anlamda çalışma etiğini yüceltir konuma düşmesi onun derin çelişkisi ve açmazı olmuştur.
Bu anlamda Hannah Arendt’in Marks eleştirileri ile Marcuse’nin üstü kapalı eleştirileri farklıdır.
“Arendt’e göre emeğin yüceltilmesi, toplumu tamamen döngüsel ve yaşam-merkezli bir girdaba iter. Marx da insanın yaşamsal faaliyetlerinin idamesini yücelttiği için doğalcılık (naturalism) hatasına düşer. Buna yol açan temel yanılgı, “iş”i emekle karıştırmış olmaktır. Emek doğayla bütünleşmeyi gerektiren tüm faaliyetlerin toplu adıysa, “iş” doğada olmayanı ifade eder. İnsanın kendi dünyasını yapay olarak kurmasını sağlayan nesnelerin üretimi için Arendt “iş” terimini kullanır. Bunları birbiriyle eşitleme hatası, tüketim nesneleri ile kulanım değeri olan nesneler arasındaki ayrımın ortadan kalkmasına katkıda bulunur, canlılardan ayırmaz; tam tersine hayvanlar kadar insanın da tabi olduğu bir zorunluluktur. Biyolojik varlığın devamı besin tüketimine bağlı olduğu oranda, besin tedarik etmek için harcanan emek, geride yaşamın kendisinden başka bir şey bırakmaz. Bu çabanın ortaya çıkardığı “ürün” anında tüketilir. Daha başka bir deyişle, fiziksel olarak bedenin gücünü harcamaya tekabül eden faaliyetin (“emek gücü”) ürettiği yegâne “ürün” yaşamın kendisidir. Her gün yeniden başlayan, sonu olmayan, kalıcı hiçbir şey üretmeyen, üretildildiği anda tüketilen bir faaliyettir bu. Genç Marx’ın Hegel’den devraldığı “nesneleşme”, “dışsallaşma” (objectivation, exteriorization) hali bu tip emek için geçerli değildir. Tüketim için harcanan emek, hiçbir nesnede somutlaşmaz “kalıcı bir dışsallıktan yoksundur. Bu yüzden, zorunlu olmasına rağmen, geçici ve uçucu bir faaliyettir… Döngüsel olan ve yaşam bitmeden asla bitmeyecek olan bu emek faaliyetini, kullanım nesneleri üretme faaliyetiyle eşitlemek, Arendt’e göre, modern çağın patolojisidir. Emeğin tersine iş, şeyleşen ve şeyleştiği oranda bir nesnellik (nesne olma hali) kazanan insan faaliyetidir. İş sayesinde doğadan kopan insan, kendi “yapay” dünyasının üreticisi ve üretim faaliyetinin gerçek öznesidir. Yaşamsal-biyolojik zorunluluk yüzünden harcanan emeğin aksine iş, insanı doğadan özgürleştirir ve “özneleştirir”. Doğanın insan tarafından evcilleştirilmesi, insanın doğadan uzaklaşmasına bağlıdır. İnsan doğaya ancak bu şekilde hâkim olabilir. Ama daha da önemlisi, insan yaratıcılığından bahsetmek iş sayesinde mümkün olur.”
Bir anlamda Arendt Marks’ın Hegele yaptığını yaparak Marks’ta yanlış yerlerde duran ve aslında onun eleştirel anlamda vermek istediği mesajı da doğru yansıtmayan kavram dağarcığını tersine çevirerek düzeltir. Marks’ın İnsanın özü olarak dediği şey aslında insanın doğadan yaşamak için bir şeyler almasıdır ki ceylanı avlayan kaplan, ya da alet kullanan maymun da “emekçi” statüsünde tanımlanabilir. Kısacası insan diğer canlılar gibi doğadan gereksinmesini almak için bir takım aletler yapar yani teknik denen şeyi hayata geçirir, bunu diğerlerinden daha sofistike bir biçimde yapar. Olta takımı, mızrak ya da ok ucu insanın pençesi ya da dişidir aslında. Oysa ekonomik bir nesne olarak emek insanın yapay bir dünya kurması için kimi dış güçlerce insana dayatılır. Marks emeğin dünya kurucu vasfına vurularak onu insanın özü ilan ederken onun piyasalaştırılmış ve nesnelleştirilmiş hali ile ekonomik olmayan hallerini bir ölçüde farkındadır bunu da kullanım değeri, değişim değeri kavramlarıyla yapar ve değişim değeri için kullanılan emek yabancılaşmış bir emektir. Ama onu pozitivist kılan da tam da budur, çünkü insanın elleri kolları yoluyla doğadan bir şeyler alması ile üretmek ve bu anlamda emek kullanmak farklı şeylerdir ve bu ikisi arasında katı bir ayrım yapılmadığı takdirde verili olan onaylanmış olur.
İnsan doğayı kullanır (ekonomik olmayan biçimi ile) ama üretmez, üretmek yabancılaşmış bir faaliyet olarak insanın özü değildir, üretken emek bizzat insanın doğaya da toplumsal hayata da yabancılaşmasıdır.
Aydınlanma çağı aynı zamanda modernizm çağının da başlangıcı kabul edilebilir. Sanayi uygarlığının ve sanayileşmecilik ideolojisinin de temelleri bu dönemde atılır. Aynı zamanda ekolojik düşüncenin köklerini teşkil eden Romantizm’de. Marks Foucault’un …. Atıfla söylersek simgesel düzenden temsil dönemine geçilen bir çağda eserlerini yazdı. Yani insanın da içinde olduğu büyük büyün olarak simgesel düzenden insanın özneye dönüştüğü temsil düzeni, bu nedenle Marks’ın insan merkezci görüşlere sahip olması doğaldır. O modern çağın bir düşünürüdür ve modern çağın bağrında taşıdığı birçok olumsuzluğu bünyesinde bulundurur. Onun çağında insan emeği üretkenliği nedeniyle yüceltiliyordu. İnsanın emeği onun doğayı dönüştürme kapasitesinde yatan bir yaratıcılıkla taçlandırılmıştı. Tam da bu nedenle iktisat insan emeğinin üretken yapısını konu alıyordu.
Marks’ın belki de diğerlerinden farkı bu çelişkilerin ortasında yer alan bir düşünür olarak hem bu çelişkilerin farkında olması hem de bunu aşamayan bir epistemolojik kısıtlılığa sahip olmasıydı.  Marks bir yandan kapitalist sanayileşmenin yarattığı insani sefalet ve fabrika düzeninin insanı emeğe indirgeyerek onu insanlığından çıkaran bir yana sahip olduğunu fark ediyor, ama diğer yandan da emeğin zenginlik potansiyelini göklere çıkarıyordu. Marksa göre sermaye emeğe boyun eğdirerek onu insanlık dışı bir çalışma aracına dönüştürmekteydi, sermaye zenginlik üreten ve yeryüzünü bayındır eden bu yaratıcı gücü baskılıyordu, Marks da buna itiraz ediyordu. Ona göre sermaye düzeni emeği baskılayarak, hem onun üretkenliğini kısıtlıyordu-bu yüzden kapitalizm akıldışı bir sistemdi, hem de sömürerek sefaleti yaratıyordu. Oysa emek adeta perilerin sihirli değneği bolluk dünyasını yaratacak bir potansiyele sahipti. Bu bakımdan Marks insanın emekçiye indirgenmişliğine kökten itiraz etmez, ama diğer yandan onun insanlık dışı çalışma koşullarına mahkum edilmesine de isyan eder. Onun nezdinde insan emekçileşerek kendi özüne yabancılaşmıştır, insanın özü onun emek aracılığı ile yaratımda bulunmasıdır, ama kapitalizm onu dolap beygiri çalıştırarak onun sadece karlılık sağlayan bir sisteme koşmaktadır, bu yabancılaşma ancak işbölümü sona erdiğinde tamamı ile son bulacak ve insan o zaman emekten ibaret olmaktan çıkacaktır. İnsanlığın tarih öncesi sona erdiğinde yani insanın insan ile çelişkisi son bulduğunda insanın doğaya hâkim olduğu süreç başlayacaktır. Bir anlamda emeğin özgürlüğü doğaya ödetilen bedel bahasına sağlanacaktır.
Bütün bunları söylerken de homo faber ekseninin dışına çıkamaz. Emeği insanın özü olarak tanımlar, emek doğayı dönüştürerek zenginlik bahşeder insanlığa.  Emeğe övgüler düzen, onu değerin ölçüsü yapan onu sistemin sabit bir girdisi olarak sayan zaten burjuva iktisatçılardı, Marks olsa onların göz ardı ettiği noktaları açığa çıkaran, artı değer teorisiyle de sömür olgusunu gözler önüne seren bir katkı sağladı.
Nitekim Foucault bu gerçeğin altını çizerek Marksın ve Marksizm’in burjuva olay ufku içinde konuştuklarını belirtir.
“Marksizm, Batı bilgisinin derin yüzeyinde hiçbir gerçek kopuş getirmemiştir; dolu, sakin, rahat ve inan olsun bir zaman için (kendininki) memnuniyet verici bir biçim olarak, onu yücelterek karşılayan (çünkü ona yer açan tam da oydu) ve onun da bunun karşılığı olarak rahatsız etmeye ve özellikle bozmaya niyetinin olmadığı (bir parmak bile bozmaya niyeti olmamıştır, çünkü bütünüyle ona dayanmaktadır) bir epistemolojik düzen içinde, hiçbir güçlük olmadan yerleşmiştir. Marksizm XIX yy. düşüncesinde suda balık gibidir, yani onun dışındaki hiçbir yerde nefes alamaz.”
Aslında Marks’ın da Marksistlerin’de anlamak istemediği nokta ekolojik krizin köklerinin çok daha derinlerde olduğudur. Nitekim Kovel bir yandan üst paleolotikten beri insanın doğayla uyumsuz olduğunu, doğaya zarar verdiğini söyleyip sonra yine sorunu kapitalizme bağlaması onun mevcut bağlamdan öteye geçememesidir.
Bu bağlam içinde konuşuyor oluşunun başka dayanak noktaları da vardır. İlerleme, Bilim ve Bilgiyi kutsama, İdeoloji karşısında bilimi savunma ve en önemlisi pozitivizm ekseninde görülen determinizm. Marks’ın ilk yazılarındaki iradeci dil ekonomi politiğin eleştirisinden başlayarak giderek daha bilimsel hal aldıkça, devrim düşüncesi bile başkalaşır. Bu döneminde Marks üretim ilişkileri ve sınıfsal konumlanışları ve bu haliyle tarihi “insan iradesinden bağımsız” görür. İnsanlar mevcut ilişkileri, mevcut düzeni, mevcut ilişkileri kendileri tercih etmemiştir. Onu kucağında bulmuştur. Bu deterministik dile göre insanlar sistem içinde olduğu müddetçe sisteme aykırı işler yapamazlar. Sistem adeta tanrısal bir irade gibi insan iradesini hiçler. Bu nedenle sistem içinde kalınarak ekolojik değişim yapılamaz, tek çıkış sosyalist dönüşümdür. Tabi şu soru sorulabilir madem sistem insan iradesinden bağımsız o zaman bir irade olan devrim nasıl gerçekleşecek, marksın buna cevabı açıktır devrim bir üretim sistemin den diğerine geçiş olduğuna göre, o zaman sistemin değişmesi için üretim ilişkilerinin belli bir düzeye gelmiş olması gerekir. Bu olmadan devrim olamaz. O zaman demek ki üretim ilişkileri belli bir seviyeye gelinceye kadar sistem değişemeyeceğine göre o zaman kapitalizmin ekolojik sorunları çözümleyecek teknik ve endüstriyel süreçlerin oluşması gerekir. Sosyalist bir ekolojik devrim ancak o zaman gerçekleşir (anarşistlerin neden Marksistler karşısında ya sabır konumunda oldukları böylece daha iyi anlaşılabilir).
Marks’ın şakirtlerinin anlamadığı nokta şu. Emek Değer yasası ile ekolojik değer gerçeği birbirleriyle uyuşmazlar. Emek doğayı dönüştürür, insanın yapay bir çevre üretmesini olanaklı kılar. Oysa ekolojik değer doğanın kendi kırılgan dengesi içinde canlı yaşamın çokluğunu ve onların selametini eksene alır. Birisi ekonomik değer üretmek içindir, diğeri ise biotik değer. Bu bakımdan mesela ekolojik ekonomi, biyolojik sistemlerin, canlı ve dinamik sistemlerin kendi kendine yeterli bir şekilde yaşamlarını devam ettirmeleridir. Ekolojik ekonomilerin de sermayeleri vardır. Ekolojik sistemlerin yaşamları ekolojik sermayelerine bağlıdır. Ekolojik sermaye biyolojik türlerin çokluğu, farklılığı, bitkilerin yetiştiği toprağın besin zenginliği, havanın ve suyun kaliteli ve temiz olması gibi çeşitli doğal unsurların toplamı olarak ele alınır. Bunlar emek yoluyla dünyanın değiştirilmesi gerçeği ile çok da uyumlu değildir.
Dahası ekolojik değer emek değer teorisinden farklı olarak sermaye ile emek arasındaki çelişkiyi asli çelişki olarak görmez, bu olsa olsa insan toplumlarında görülen pek çok tali çelişkiden biridir. Ekolojik değer insan doğa arasındaki çelişkinin asli ve birincil çelişki olduğu tezinden hareket eder. Dahası üretilen, üretilmiş olan tüm zenginlikler doğanın sömürüsüne dayandığından zenginliklerin kaynağı doğadır.
Son yıllarda gelişen eko muhasebe kavramı bir ürünün gerçek fiyatını hesaplamamız için onda kullanılan doğayı görmeye yöneltir bizi. Mesele yediğimiz gıdaların giydiğimiz giysilerin ve hatta kullandığımız bütün eşyaların, nerdeyse bütün yapay çevremizin hepsinde, su, toprak, hava, güneş, madenler vb doğal unsurlar vardır. Tükettiğimiz her şey doğadan elde edilir. Dolaysıyla tükettiğimiz tüm ürünlerin gerçek maliyetini oluşturan doğanın maliyeti fiyata yansıtılsa hâlihazırda tükettiğimiz ürünler çok çok daha pahalıya satılacaktır. Bu nedenle ürettiğimiz her zenginlik doğaya ödetilen bir bedeldir, onun tüketilmesi bahasına gerçekleşir. Bu nedenle eko-sosyalistlerin çözüm önerileri temel de daha az tüketecek bir gelişme seviyesini sürdürebilme üzerine kuruludur. Bu noktada ekolojik bedel bakımından kıyaslandığında sürdürülebilir kalkınma esasları ile yürüyen bir akılcı kapitalizmle düşük ivmeli gelişmeye dayanan sosyalizm arasında bir fark yoktur. Bu yüzden son tahlilde modern öncesi bir yaşam ivmesini hedeflemeyen her ekolojik ekonomi bir noktadan sonra sürdürülebilir kalkınmacılık olarak çevreci olmaktan kurtulamaz. Dolaysıyla eko-sosyalist anlayış ekolojik bir bakışa sahip olmak, değerlerini ekolojinin verilerine göre kurgulamak anlamında ekolojist değil çevreci bir zihniyettir.
Söylediklerime en somut örnek sosyalist iklimbilimci Jonathon Nealdir, Neal iklim değişimi karşısında çözüm olarak sahra çölüne kurulacak devasa güneş santraları, rüzgâr tarlalarını önerir. Balem manifestosunda da benzer bir bakışı görürüz, orada da kapitalizm kötücül şeytan olarak lanetlendikten sonra çare olarak yenilebilir enerji, toplu ulaşım gibi öneriler getirilir ki benzeri önerilere liberal çevrecilerde de rastladığımızı, dahası Obama’nın bile buna benzer programatik ögeleri olduğunu düşünürsek bu önerilerin ne kapitalizmden ne de endüstriyalizmden kopmak olmadığını, geleneksel sol teknoloji anlayışında olduğu gibi teknolojiyi kullanan kapitalizmse o teknoloji zararlı, sosyalistler ise faydalı anlayışının bir tekrarında öte olmadığını görürüz. Bu konuya daha sonra döneceğim. Çünkü eko-sosyalizmin tüm laf ebeliğinin gerisinde bildik Marksçı ilerleme anlayışının farklı bir söylemle tekrarını görmek olanaklıdır.
Bu bakımdan eko-sosyalizm bildik sosyalizmin biraz daha ekolojik sınırlara uyarlanmış halinden başka bir şey değil kanımca. Burada ölçek, teknoloji, katılım, doğal sınırlara göre yaşamak vb bir dizi ekolojik terimle eko-sosyalist söylemin ekolojik boyasını dökmek olasıdır ki ben bunu ilerleyen bölümler de yapacağım.
Ekolojik sorunların kökenleri Bookchin’in ikinci doğa dediği doğanın kültür tarafından massedilmesine dayanır. Tarihin şafağında insanlar tarıma geçerek, hayvanları evcilleştirerek doğayı insan ihtiyaçlarının bir nesnesi kılmışlardır. Artı-ürün, artı-değer üretimi ve sınıflı toplum bu olguyla mümkün olduğu gibi, insanın doğaya dönük saldırısı da o zaman başladı.
Marks’ın övgüler düzdüğü emek de, üretim de tarımın bir icadıdır. Ve özünde doğanın sömürüsüne, doğanın tahakküm altına alınmasına dayanır. Doğa üzerinde tahakküm de sosyal ekolojistlerin ifade ettiği gibi tahakkümle yani siyasal egemenlikle doğmadı. Birçok arkeolojik ve antropolojik bulgunun da ortaya koyduğu gibi tarımla başladı. “Tarım mülkiyetin de, tahakkümünde kaynağıdır Rouesseacu ifade ile Doğaya Çakılan ilk kazıktır”. Bu nedenle insanların Zerzan’ın ifade ettiği gibi uygarlık denen şeyden bütünü ile kurtulmadıkça ekolojik sorunları tamamı ile ortadan kaldırması olanaklı değildir. Ancak artık doğaya tamamı ile dönmemiz, ilksel masumiyeti yakalamamız olanaklı değildir, uygarlık öncesine dönemeyecek kadar uygarlaşmış ve gelişmiş bir haldeyiz. Bu bakımdan doğru olan ekolojik sürdürülebilirlik temelinde sade ya da basit yaşam ile doğanın sınırlarını çok zorlamadan yaşamaktır. Ancak bu acı gerçeği modern insana kabul ettirmek olanaklı olmadığından, eko-sosyalizm ve tüm sürdürülebilir kalkınmacı tezler modern insanın bedelsiz yemek arzusu ile uyuşur.
Çalışmanın başlaması, yani emek insanların tarımı icat etmesinden sonra başladı, ondan önce insan doğaya yabancılaşmadığı gibi emek sahibi de değildi. Üretmekle çalışmak eş zamanlı süreçlerdir ve kültürün temelinde çalışmanın yarattığı yabancılaşma ve acıya karşı bir dayanma yaratma vardır.
Bu bakımdan insanın özü emektir demek insanın bir anlamda cennetten kovulmasına olumlama demektir, çalışmanın, çalışma etiğinin kutsanması ve insanı dolap beygiri yerine koymak olduğu gibi insanın doğaya uyguladığı şiddeti de meşrulaştırmaktır.
Avcılık ve toplayıcılık emek gerektirmeden insanın doğanın verdikleriyle yetinmek üzerine kuruluydu, tarım ve uygarlık sonrası bunun yerine doğanın “verimliliğini” çoğaltacak hem “bilimsel” hem “teknolojik” yöntemler geliştirdiler. Saban, sulama teknikleri, çıkrık, çömlek tezgâhı vb’leri işin teknolojisiyken verimlilik ayinleri, büyüler vb ise işin bilimiydi. Bütün bunlar doğayı boyunduruk altına alarak onu devletin hizmetinde ama insan ihtiyaçlarının gereksinmesine uyarlanmasıydı.
Nitekim tüm bunlar kendi yıkıcı sonuçlarını üretmekten kaçınamadı. Ekoloji ile ilgili sorunlar da o zaman başladı. Ormanlar tarım arazisi açmak için yakıldı (ki hala süren bir sorundur bu), çiftlik hayvanlarına zarar vermek gerekçesi ile yaban ıssızlaştırıldı ve aşırı avlanma, ya da ekolojik ortamının tahribi nedeni ile bir çok hayvan türü yok oldu. Çiftçinin zihniyeti aslında araçsal akılcılık ya da insan merkezci yararcılık etiğinin temellerini de oluşturur. Çiftçi için her şey toprağından alacağı ürün içindir. Bir şeyin fayda ya da zararı buna göredir. Oysaki uygarlık öncesi insanlar doğaya bu kadar insan içinci bir anlayışla yaklaşmıyorlardı. İlk iklim değişimi de o tarihlerde başladı, kesilen buğday başaklarının kalan sapları çürümeye bırakıldığında bu çürümeden metan salgılandı ve bu metan iklimi ılımanlaştırdı. Ha keza yakılan ormanlarda hem atmosfere karbon saldı hem de karbonu emen önemli bir kaynağı ortadan kaldırdı. Bu zararlar doğada kalıcı tahribatlara yol açmayarak küresel ölçekte sorunlara neden olmadıysa yegâne nedeni hem araçların teknik kapasitesinin sınırlı olması hem de o zaman ki insan nüfusunun sorunları gezegensel ölçekte yaratacak ölçüde olmamasaydı,
Roma ya da İskender İmparatorluğunun küresel imparatorluk niyetlerine karşın endüstriyel bir teknolojik kapasiteye sahip olmamaları bu medeniyetlerin yıkıcılıklarını sınırladı. Ha keza tarihin ilk tür yağmacıları, eko emperyalistleri olan Fenikeliler gezegeni yağmalamalarına karşılık, kapitalist sanayileşme kadar büyük çaplı zarar veremediler. Ama bütün bu uygarlıkların, ortaçağın birikimi üzerine kurulan modern sanayi uygarlığı küresel ölçekte bir medeniyete dönüştüğünden ve teknik kapasitesi öncekilerle kıyas kabul edilemeyecek bir ölçekte olduğundan, doğal olarak ekolojik sorunlar da doğanın kendini onarma kapasitesinin çok üzerine çıktı ve sonuç gezegensel ölçekte negatif etkilerin artması, olumlu etkilerin ise azalması oldu.
Yine en ciddi ekolojik sorunlardan birisi olan nüfus artışı (ki sosyalistler ve bazı sol ekolojistler bu meseleyi de bir sistem sorunu olarak görüyorlar.) bu önce yerleşiklikle, daha sonra tarımla istikrar kazandı ve sanayi toplumu ile birlikte patlama yaptı. Bulaşıcı hastalıklar insan nüfusunu kırmasaydı, muhtemelen yeryüzü ciddi bir ekolojik soykırım ile karşı karşıya kalabilirdi.
Kısacası henüz kapitalizmin esamisi bile okunmazken birçok ekolojik sorun boy göstermişti. Bu nedenle yeryüzünün biyosferik dengesizliklerini ya da tepkimelerini kapitalizme endekslemek fazlası ile sığ ve indirgemeci kalıyor. Bunu söylerken benim ve ekolojistlerin kapitalizmi yok saydığı sanılmasın. Ama sonucu sebep saymak da ciddi bir teorik hata kanımca. Soruna illa da sistemsel bir noktadan bakılacaksa-ki bakılmalıdır-bu konuda anarşizmin marksizme bariz bir üstünlüğü olduğunu söyleyebilirim. Çünkü özellikle siyasal ekoloji düşüncesine çok çok değerli katkıları olan Boockhin sorunun siyasal/sistemsel köklerini hiyerarşi olgusunda aramakta. Nitekim insan merkezciliğin eleştirisi tam da budur, doğa ile insan arasında üstünlük temelli bir ilişki varsaymak tam da hiyerarşi sayesinde mümkün olabilmiştir.
Hâsılı Marksizm ekolojizm üzerinden kendine kendine yeni bir meşruluk alanı açsa da, kendi doktrinsel sorunlarının ilacını bu düşünceyi yara bandı niyetine kullanarak gidermeye çalışsa da son tahlilde Marksizm, hatta Marks ile ekolojizm arasında Endüstriyalizm ve onun felsefesi olan modernite/aydınlanma nedeni ile bir doku uyuşmazlığı olduğu kesindir. Bu anlamda ekolojizm marksizmin-marksa bağlı kalındığı sürece-devası değildir. Marks modernite/aydınlanmanın sıkı bağlısı bir düşünür olarak pozitivisttir ve ilerlemenin yılmaz bir savunucusudur. Buna karşılık ekolojizm kökleri romantizmde bulunan bir siyasal düşünsel akım olarak bunların reddi üzerinden varolmuştur. Bu bakımdan ekolojistler marks’a saygı gösterirler, onun eşitlik düşüncesine, sosyal adalet anlayışına değer verirler ama Marks’ı ekolojist saymazlar. Oysa Foster gibi Marksistler Marks’ın sürdürülebilirlik fikrinin öncüsü olduğunu iddia edecek kadar ileri gider.
Tüm bunlara en uygun cevaplar yine sosyalistlerden gelmiştir. Ben burada ikisini öne çıkaracağım Rainer Trampet-Thomas Eberman ve Rudolf Bahro.
“Aslında bilimsel sosyalizmin klasiklerine,  hele özellikle ekolojik bunalım konusunda, o zamandan ‘herşeyi bildikleri’ yolunda yazılı tasdiknameler hazırlamanın aptalca olduğunu düşünüyoruz. Nasıl bilebilirlerdi ki?
‘Ekoloji ve Marksizm’ adlı kapsamlı kitabıyla, özellikle Marks ve Engels’deki bilgilerin ekolojik hareket için önemini koruduğunu ortaya koymaya çalışan Wolfgang Mehte, gerçekliği, Marks’ın yazdıklarına göre eğip bükme konusunda ne saygın, ne de Marksist olan çabalarını sürdürürken bu anlamda kendi yolunu tıkamış oluyor”

Trampet Ve Eberman’ın bu söyledikleri Marks’tan ve Engels’ten birkaç alıntı ile Marks’ın ekolojist sürdürülebilirlik anlayışını daha o zamandan öngördüğünü iddia eden Foster gibilere çok güzel bir yanıttır. Fosterin tavrı tam da Marksist Ortodoksinin sorunlarını ve sınırlarını ortaya koyması açısından çarpıcıdır. Bilimle bilim olmayanın rakını yanlışlanabilirlik olarak koyan Popper Marksizm gibi doktriner düşüncelerin bunu yapmak yerine, her olguyu sisteme eklemleyerek sürekli sistemi rektifiye edip onu doğrulama peşinde olduklarını söyler ve bu tür sistemlerin tam da bu kapsayıcı mantıkları nedeni ile totaliter olmaya eğilimli olduğunu söyler. Foster ve onun gibi Marksist ekolojistlerin çoğu bilimsel gelişmelerin çok önceden Kuran’da olduğunu söyleyen bilimci dindarlardan bir farkı yok. Foster gibi Marksistler de bu yönüyle kendi yaptığının gelecek tüm zamanlar için geçerli bir teori kurmak olmadığını söyleyen Marksa’da ters düşerek imani bir tavır göstermekteler. Onlara göre Marks’ın yanılması, bir konudan uzak kalmış olması mümkün değildir. Oysa Marksın eserleri ayetlerini doğrulatarak iman tazeleten bir din değildir, zamanla kayıtlı bir düşünsel çalışmadır.
Trampet teknoloji yolu ile ekoloji sorununu çözme iddiasında olan Jonathon Neal vb sosyalistlere “tekniğin bizzat doğası baskıcıdır” diyen Marcuse’ye dayanarak karşı çıkıyor, bunu yaparak da diğer eko-sosyalistlerden kalın hatlarla ayrışıyor. Bu bakımdan Ebermann ve Trampet gibi sosyalistler ekolojik düşünceyi zenginleştirirken Belem de ki manifestoyla ortaya çıkan Eko Sosyalistler ve Troçkist çevreciler ise ekolojizmi kendi sosyalist çevreciliklerine eklemleme derdindeler ve üstelik bol mugalâta dışında da ortaya koydukları tek şey yenilenebilir enerji, toplu ulaşım vb palyatif öneriler. İnsan söylemdeki toptancılık ve radikal ifadelere karşın çözümdeki bu radikalizmden uzak sol etiket vurulmuş yeşil keynesçilik karşısında şaşırıyor. Ve sormadan edemiyor bu mu kapitalizm sonrası toplum.
Oysaki Trampet/Eberman gibi Bahro da Belemdeki eko-sosyalistler ile kıyaslandığında binlerce kere daha radikaldir ve dahası ekolojizmi de bunlardan çok daha iyi kavramıştır.
“Avrupa’dan çıkmış olan sanayi uygarlığı tipi, tüm insanlığı çıkışsız bir açmaza doğru sürüklüyor. Belirli bir alanda gıdalarını ve geçimlerini temin edecek insan sayısının, bu insanların üretim biçimine bağlı olduğunu biliyoruz. Örneğin, yerkürenin giderek daha fazla büyüyen dünya nüfusuna yetecek kadar ekmek sağlayabileceğini gösteren hesaplamalar, tarımın yoğun gübre kullanımına dayandırılan sanayileştirilmesini öngörüyor. Böylesi bir tarımsal üretim biçiminin hemen orta vadede toprağın verimliliğini bozacağını bir yana bırakacak olsak bile, bu gübre maddelerinin de sonlu kaynaklar olduğu gerçektir. Giderek genişleyen sanayi üretimi, daha büyük masraf ve çabayla daha az yoğunlukta hammadde elde edecek noktaya gelinceye kadar devam edecek olursa, sonuçta maddi hammadde yetersizliği nedeniyle tedricen çalışamayacak hale gelen; o çalışmayınca da insanlık nüfusunun ihtiyaçlarını karşılamayacak durumda kalan bir üretim aygıtıyla karşı karşıya kalacağız”
Eberman/Trampet ve Bahro gibi sosyalistlerin kendilerine eko-sosyalist diyen sosyalist çevrecilerden farkı marksa moto mot bağlı kalmak yerine marksla aralarında eleştirel bir mesafe kurup, temel referanslarını ekolojiden/ekolojizmden almalarıdır. Böyle olunca da ekolojist hareketin sol kanadı olarak çok değerli fikirsel tortular bırakıyorlar/bıraktılar.
Ted Benton Eko-Merkezci sosyalist …, kısmen Mary Mellor vb sosyalistler ile diğerleri arasındaki temel fark bu saydığım isimlerin ekolojizmin bağımsız bir siyasal duruşu olduğunu bilmeleri ve referanslarını ekolojiden almalarıdır. Yani bu isimler ortodoksinin ekolojik kılıkta zuhur edeni değil, sol düşünce ile ekoloji düşüncesi arasında köprüler kuran, her iki siyasal düşüncenin farklıklarına hassaslıkla uyan fikir adamlarıdır.


Dilaver Demirağ
Kaynak : itaatsiz.org

Hiç yorum yok: