Her ne kadar slogan ve pekiştirici sıfatlarla konuşmaktan hoşlanmasam da
düşüncemi en yalın şekliyle ifade ettiği için sözlerime bir sloganla
başlamak istiyorum: Otoritenin olduğu yerde özgürlük yoktur!
Bu slogan, Şubat 1921’de Moskova’da bir anarşistin cenaze töreninde
Bolşevik iktidara karşı haykırılmıştı. O tarihten altmış yıl kadar önce,
tahakküm ilkesiyle özgürlük ilkesi kutuplaşmasında uzun uzadıya yaşanan
tartışmalar tüm Avrupa’ya yayılarak dönemin düşünce ve politik
hareketleri arasında köklü kopuşlara, saflaşmalara yol açmıştı. Bütün
bunların özeti olarak, otorite (örgüt, parti, devlet) ilkesini temel
alan Marksist düşünceye karşı özgürlük ilkesini savunan anarşistler, her
türlü devlet düşüncesinin kölelikten başka bir anlam ifade etmediğini,
otoritenin (bu anlamda devletin) biricik amacının kendi varlığını
sürdürmek olduğunu, devrimci bir hükümet de yönetse devletin olduğu
yerde özgürlüğün olamayacağını defalarca dile getirmişlerdi. Bolşevikler
iktidarı ele geçirdiklerinde bu düşünce ve tartışmaların da içinde yer
aldığı ciltler dolusu dokümana sahiptiler. Dahası, otorite ve özgürlük
ilkesinin ne demek olduğunu hem kendi pratiklerinden hem de canlı bir
muhalefet olarak karşılarında duran Rus anarşist hareketinin
taleplerinden biliyorlardı. Yukarıdaki slogana dair bu giriş notunu
böylece düşüp ulus ve ulusal haklar meselesine geleyim.
Şüphesiz ki kâğıt üzerinde bir genellemedir bu. Gerçek hayatta
ise, bir asır boyu süren etnik çatışma, savaş ve katliamlardan sonra
uluslararası platformlarda onlarca muhatabın bir araya gelip mutabakata
varmasıyla ancak ulusal egemenlik ilan edilebilir. Dünyanın hangi
bölgesinde olursa olsun ulusal sorun yalnızca ezen ve ezilen ulusu
değil, Birleşmiş Milletler’in tüm üyelerini ilgilendirir ve taraf haline
getirir. Bu açıdan bakıldığında uluslar ne denli güçlü de olsalar kendi
kaderlerini kendileri tayin edemezler. Dolayısıyla, UKKTH’nın yukarıda
ifade edilen anlamı politik bir hedef saptamasından öteye geçemez. Yani
bu hak, felsefi-teorik düzlemde ne denli bağlayıcı ve kutsal addedilirse
edilsin, pratikte çoğu zaman boş bir formülasyona işaret eder. Üstelik
bu durum yalnızca kapitalist ya da emperyalist sistemin dayatmalarından
değil, teorik ilkelerle canlı hayat arasındaki paradokstan da
kaynaklanır. Tıpkı, yıllarca savunduğu ve epey hacimli bir kitap haline
getirdiği bu ilkeyi herkesten önce bizzat kendisi ihlal eden Lenin’in
durumu gibi! Çarlık Rusyası’ndan kopan Ermenistan, Gürcistan ve
Azerbaycan cumhuriyetlerini 1920’de ilhak eden Bolşeviklerin, UKKTH’nı
nasıl bir kenara attığı hatırlanmalı... Uzatmayayım.

Ama
bu arada, ulus, UKKTH, ulusal egemenlik, devlet vb. kavramları tümüyle
reddettiğimi peşinen belirtmeliyim. Ben hiçbir ulusun, hiçbir devletin
meşruiyetini tanımıyorum, dolayısıyla onun egemenlik hakkını da
tanımıyorum. Tersinden de söyleyebilirim bunu; her türlü hiyerarşi,
otorite ve egemenlik biçimini reddettiğim için ulusların varlığını ve
devlet kurma hakkını da reddediyorum. Egemenliğin kendisi gayri meşru
iken egemen olma hakkı nasıl savunulabilir? Bu durumda, “peki”
diyeceksiniz, “sen ulusu inkâr mı ediyorsun, bütün uluslar derken Kürt
ulusunu da mı inkâr ediyorsun?” Evet inkâr ediyorum. Ama dikkat!
Halkların, etnik toplulukların inkârından söz etmiyorum. Kavimler, etnik
topluluklar binlerce yıldır varlar, ulus ve onun ulusal devleti ise taş
çatlasa ikiyüz yıl önce kuruldu. Bu tarihten itibaren tanımlanıp yapay
bir kategori haline getirilmiş olan ulus kavramını reddediyorum. Çünkü
ulus ya da uluslaşma kavramı kavimlerin sosyolojik yapısında herhangi
bir muhteva değişikliğine yol açmıyor. Aksine, asimetrik olan toplumsal
çeşitliliği ve canlılığı, homojen bir yapıymış gibi üniter ulus kalıbına
dökerek taşlaştırıyor. Kendi içindeki tüm farklılıkları -ötekileri- üst
kimlikle perçinleyip yok sayıyor. Bu nedenledir ki, ulusal sorunun
çözümü olarak ileri sürülen demokratik insani talepler, ulusal ve
siyasal egemenlik kurma (ötekini baskı altına alabilme) hakkına
dönüşüyor. Peki, ulusal egemenlik hakkını meşru gören ulus-devletin
kendi içindeki ötekilere bile dünyayı nasıl dar ettiği ortadayken ben ne
diye yeni egemenlik (dolayısıyla kölelik) ilişkileri talep edeyim?
Özgür uluslar tanımı devlet ve iktidar kurumlarına sahip olanlar için
kullanıldığına göre ulusal özgürlük devlet egemenliği ile özdeş
kılınmış.
Bu yazının başlığındaki soruya, “hem ulusal egemenlik hem toplumsal
özgürlük” şeklinde kolaycı bir cevap gelebilir. Ama, açık ki özgürlük
ile egemenlik iki ayrı kutuptur, birbirini sürekli dışlar. Ulus ve
ulusal egemenliğin temel mantığı özgürlüğü dışlayıp tahakküm ahlâkına
dayandığı için bütün ulusal devletlerin tasfiye edilmesi gerektiğine
inanıyorum. Elbette, soyut genellemelerle ifade etmek yerine, gündelik
hayatta bunun bir karşılık bulabilmesi ve pratik talepler halinde
somutlaşması için bulunduğum yaşam alanından başlayarak tahakküm
ilişkilerini reddedebilirim ancak. Bu da şu anlama gelir; ben Türkiye’de
yaşadığım için öncelikle Türk egemenlik sistemindeki her türlü
hiyerarşik toplumsal yapılanmanın tasfiye edilmesini talep ederim. Bu
öncelik, onu öteki ülkelerdeki tahakküm sistemlerinden daha az ya da
daha çok baskıcı bulduğumdan değil, maruz kaldığım tahakküme, yaşadığım
yerden müdahale edebilme imkânı olduğundan kaynaklanır. Örneğin,
Kürdistan Federe Bölgesi’nde yaşıyor olsaydım Irak Merkezi Devleti ile
Kürdistan Federe Devleti’nin lağvedilmesi gerektiğini, bunun yerine
aşiret kantonlarına dayalı bir öz-yönetimi savunurdum. Böylece Kürt
aşiretlerinin birkaç bin yıldır direndiği ve reddettiği ulusal egemenlik
yerine toplumsal özgürlüğü temel almalarını önerirdim. Tabii ki aşiret
hiyerarşisinin tarih boyunca yol açtığı marazların farkındayım. Sözünü
ettiğim bu durum kuşkusuz toplumsal ve zihinsel bir dönüşümü
gerektiriyor. Mevcut toplumsal yapı yerine, hiçbir hiyerarşi içermeyen,
merkezsiz yerel otonomiyi temel alan federatif bir yapının geçmesi.
Ulusal birlik ilkesi yerine aşiret kantonlarına dayanan merkezsiz
federasyon ilkesi.. Hani, J. Proudhon’un hiyerarşik ve merkezi yapıların
tasfiye edilmesine karşı özgürlükçü bir ilke olarak geliştirdiği ve
ondan sonrakilerin -özellikle de Marksistlerin- gönüllerince dejenere
edip anlamsız kıldığı federasyon ilkesini savunurdum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder