Sayfalar

26 Ocak 2012 Perşembe

Ulusal Egemenlik mi Toplumsal Özgürlük mü ?

Her ne kadar slogan ve pekiştirici sıfatlarla konuşmaktan hoşlanmasam da düşüncemi en yalın şekliyle ifade ettiği için sözlerime bir sloganla başlamak istiyorum: Otoritenin olduğu yerde özgürlük yoktur!

Bu slogan, Şubat 1921’de Moskova’da bir anarşistin cenaze töreninde Bolşevik iktidara karşı haykırılmıştı. O tarihten altmış yıl kadar önce, tahakküm ilkesiyle özgürlük ilkesi kutuplaşmasında uzun uzadıya yaşanan tartışmalar tüm Avrupa’ya yayılarak dönemin düşünce ve politik hareketleri arasında köklü kopuşlara, saflaşmalara yol açmıştı. Bütün bunların özeti olarak, otorite (örgüt, parti, devlet) ilkesini temel alan Marksist düşünceye karşı özgürlük ilkesini savunan anarşistler, her türlü devlet düşüncesinin kölelikten başka bir anlam ifade etmediğini, otoritenin (bu anlamda devletin) biricik amacının kendi varlığını sürdürmek olduğunu, devrimci bir hükümet de yönetse devletin olduğu yerde özgürlüğün olamayacağını defalarca dile getirmişlerdi. Bolşevikler iktidarı ele geçirdiklerinde bu düşünce ve tartışmaların da içinde yer aldığı ciltler dolusu dokümana sahiptiler. Dahası, otorite ve özgürlük ilkesinin ne demek olduğunu hem kendi pratiklerinden hem de canlı bir muhalefet olarak karşılarında duran Rus anarşist hareketinin taleplerinden biliyorlardı. Yukarıdaki slogana dair bu giriş notunu böylece düşüp ulus ve ulusal haklar meselesine geleyim.

Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, Birleşmiş Milletler ana sözleşmesindeki prensipler arasında self-determinasyon hakkı olarak mevcuttur. Ama, bu hakkın hangi hallerde ve nasıl uygulanacağı konusu tamamen konjonktürel keyfiyete bağlı olarak, dünya siyasetini güdenlerin tekelindedir. Buna karşın Marksist literatür, self-determinasyon ya da UKKTH’nı şöyle tanımlar: Her ulusun siyasi egemenlik (yani bağımsız devlet kurma) hakkı mutlak bir haktır, bu hakkın ne zaman ve nasıl kullanılacağı ise ulusun kendi iradesine bağlıdır. 

Şüphesiz ki kâğıt üzerinde bir genellemedir bu. Gerçek hayatta ise, bir asır boyu süren etnik çatışma, savaş ve katliamlardan sonra uluslararası platformlarda onlarca muhatabın bir araya gelip mutabakata varmasıyla ancak ulusal egemenlik ilan edilebilir. Dünyanın hangi bölgesinde olursa olsun ulusal sorun yalnızca ezen ve ezilen ulusu değil, Birleşmiş Milletler’in tüm üyelerini ilgilendirir ve taraf haline getirir. Bu açıdan bakıldığında uluslar ne denli güçlü de olsalar kendi kaderlerini kendileri tayin edemezler. Dolayısıyla, UKKTH’nın yukarıda ifade edilen anlamı politik bir hedef saptamasından öteye geçemez. Yani bu hak, felsefi-teorik düzlemde ne denli bağlayıcı ve kutsal addedilirse edilsin, pratikte çoğu zaman boş bir formülasyona işaret eder. Üstelik bu durum yalnızca kapitalist ya da emperyalist sistemin dayatmalarından değil, teorik ilkelerle canlı hayat arasındaki paradokstan da kaynaklanır. Tıpkı, yıllarca savunduğu ve epey hacimli bir kitap haline getirdiği bu ilkeyi herkesten önce bizzat kendisi ihlal eden Lenin’in durumu gibi! Çarlık Rusyası’ndan kopan Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan cumhuriyetlerini 1920’de ilhak eden Bolşeviklerin, UKKTH’nı nasıl bir kenara attığı hatırlanmalı... Uzatmayayım.


Ama bu arada, ulus, UKKTH, ulusal egemenlik, devlet vb. kavramları tümüyle reddettiğimi peşinen belirtmeliyim. Ben hiçbir ulusun, hiçbir devletin meşruiyetini tanımıyorum, dolayısıyla onun egemenlik hakkını da tanımıyorum. Tersinden de söyleyebilirim bunu; her türlü hiyerarşi, otorite ve egemenlik biçimini reddettiğim için ulusların varlığını ve devlet kurma hakkını da reddediyorum. Egemenliğin kendisi gayri meşru iken egemen olma hakkı nasıl savunulabilir? Bu durumda, “peki” diyeceksiniz, “sen ulusu inkâr mı ediyorsun, bütün uluslar derken Kürt ulusunu da mı inkâr ediyorsun?” Evet inkâr ediyorum. Ama dikkat! Halkların, etnik toplulukların inkârından söz etmiyorum. Kavimler, etnik topluluklar binlerce yıldır varlar, ulus ve onun ulusal devleti ise taş çatlasa ikiyüz yıl önce kuruldu. Bu tarihten itibaren tanımlanıp yapay bir kategori haline getirilmiş olan ulus kavramını reddediyorum. Çünkü ulus ya da uluslaşma kavramı kavimlerin sosyolojik yapısında herhangi bir muhteva değişikliğine yol açmıyor. Aksine, asimetrik olan toplumsal çeşitliliği ve canlılığı, homojen bir yapıymış gibi üniter ulus kalıbına dökerek taşlaştırıyor. Kendi içindeki tüm farklılıkları -ötekileri- üst kimlikle perçinleyip yok sayıyor. Bu nedenledir ki, ulusal sorunun çözümü olarak ileri sürülen demokratik insani talepler, ulusal ve siyasal egemenlik kurma (ötekini baskı altına alabilme) hakkına dönüşüyor. Peki, ulusal egemenlik hakkını meşru gören ulus-devletin kendi içindeki ötekilere bile dünyayı nasıl dar ettiği ortadayken ben ne diye yeni egemenlik (dolayısıyla kölelik) ilişkileri talep edeyim? Özgür uluslar tanımı devlet ve iktidar kurumlarına sahip olanlar için kullanıldığına göre ulusal özgürlük devlet egemenliği ile özdeş kılınmış.

Bu yazının başlığındaki soruya, “hem ulusal egemenlik hem toplumsal özgürlük” şeklinde kolaycı bir cevap gelebilir. Ama, açık ki özgürlük ile egemenlik iki ayrı kutuptur, birbirini sürekli dışlar. Ulus ve ulusal egemenliğin temel mantığı özgürlüğü dışlayıp tahakküm ahlâkına dayandığı için bütün ulusal devletlerin tasfiye edilmesi gerektiğine inanıyorum. Elbette, soyut genellemelerle ifade etmek yerine, gündelik hayatta bunun bir karşılık bulabilmesi ve pratik talepler halinde somutlaşması için bulunduğum yaşam alanından başlayarak tahakküm ilişkilerini reddedebilirim ancak. Bu da şu anlama gelir; ben Türkiye’de yaşadığım için öncelikle Türk egemenlik sistemindeki her türlü hiyerarşik toplumsal yapılanmanın tasfiye edilmesini talep ederim. Bu öncelik, onu öteki ülkelerdeki tahakküm sistemlerinden daha az ya da daha çok baskıcı bulduğumdan değil, maruz kaldığım tahakküme, yaşadığım yerden müdahale edebilme imkânı olduğundan kaynaklanır. Örneğin, Kürdistan Federe Bölgesi’nde yaşıyor olsaydım Irak Merkezi Devleti ile Kürdistan Federe Devleti’nin lağvedilmesi gerektiğini, bunun yerine aşiret kantonlarına dayalı bir öz-yönetimi savunurdum. Böylece Kürt aşiretlerinin birkaç bin yıldır direndiği ve reddettiği ulusal egemenlik yerine toplumsal özgürlüğü temel almalarını önerirdim. Tabii ki aşiret hiyerarşisinin tarih boyunca yol açtığı marazların farkındayım. Sözünü ettiğim bu durum kuşkusuz toplumsal ve zihinsel bir dönüşümü gerektiriyor. Mevcut toplumsal yapı yerine, hiçbir hiyerarşi içermeyen, merkezsiz yerel otonomiyi temel alan federatif bir yapının geçmesi. Ulusal birlik ilkesi yerine aşiret kantonlarına dayanan merkezsiz federasyon ilkesi.. Hani, J. Proudhon’un hiyerarşik ve merkezi yapıların tasfiye edilmesine karşı özgürlükçü bir ilke olarak geliştirdiği ve ondan sonrakilerin -özellikle de Marksistlerin- gönüllerince dejenere edip anlamsız kıldığı federasyon ilkesini savunurdum.

Gazi Bertal 

Hiç yorum yok: