Sıkça başvurulan şu bardak metaforundaki iyimser yaklaşım genellikle
bardağın yarıya kadar dolu olduğunu varsayar. Ama ben bu yazıya
başlarken kendi kendime söz verdim; bardağın ne kadarının dolu olduğuna
bakmaksızın iyimserliğimi koruyacağım: Yeter ki onda bir katre bulunsun!
Ve tabii bardak dediğimde siz bunun demokratik özerklik projesi olduğunu
anlayın. Herhalde duymayan kalmadı. Geçtiğimiz aylarda Diyarbakır’da
toplanan Demokratik Toplum Kongresi, Kürt sorununun devletle müzakere
edilmesi konusunda bazı somut hedefler ve talepler ortaya koyarak
özerklik kararı aldı. Ardından da demokratik özerklik projesine ilişkin
görüşlerini medya ve öteki basın organları aracılığıyla kamuoyunun
tartışmasına sundu. Söz konusu karar ve taslak metin çeşitli çevrelerde
olumlu karşılanırken devlet, hükümet, siyasi parti ve medya grupları
başta olmak üzere pek çok kesimde de, “Türkiye bölünür” kaygısıyla vahim
bulundu. Keza, taslağı yetersiz ve olumsuz bulan, hatta onu bir Kürt
projesi olmaktan uzak görüp reddeden bir yaklaşım da PKK dışı Kürt
muhalefetinden geldi. Temel ulusal hakları kurumlarıyla birlikte talep
eden Kürt muhalifler, özerklik kararı üzerindeki Öcalan gölgesini işaret
ederek bunun özünde bir devlet projesi olduğunu ve seçim sürecini
atlatıncaya kadar oyalama amacı taşıdığını ileri sürdüler.
Bu serzenişten sonra gelelim benim bardağı nasıl gördüğüme. Fakat,
birilerinin “bardaktan sana ne” demeleri ihtimaline karşı, konuya
girmeden bir maruzatımı daha ifade etmeliyim.
Öcalan’ın getirilip İmralı’ya konulmasından sonra yaşadığı fikirsel
gelişim, değişim ve dönüşümün alâmetleri kısa sürede ortaya çıktı. Belki
bu alâmetler sonucu, –belki de hükm (emir, karar) sözcüğünün hem hâkim
hem mahkûm formuna bürünmesi gibi bir geçişliliğin yol açtığı rol
değişimi sonucu– Öcalan’ın haftalık periyotlarla Türk ve Kürt siyaset
kurumlarının ve aktörlerinin (ki bu anlamda gerçekten birer aktör ve
aktiristirler) gündemlerini belirlemesine kısaca İmralı Süreci denir.
Her defasında bir paragraf uzunluğundaki bu dolambaçlı tanımlamalarla
vaziyeti ifade etmek yerine iki kelimeden oluşan İmralı süreci terimi
hakikaten çok kullanışlı. Düşünün ki, İmralı süreci gibi bir terim
olmasaydı her hafta yapılan açıklamalar şu türden uzun ve bıktırıcı
tanımlamalarla başlardı: “İmralı cezaevine konulduğu günden beri çok
yönlü okuyup derinleşen Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan bu hafta
yapılan görüşmede avukatları aracılığıyla şu açıklamalarda bulundu. …”
Ne kadar uzun ve gereksiz değil mi? Oysa İmralı süreci bu uzun izahatın
içeriğine katılmayanların da kullanabileceği kadar elverişli bir terim.
Hatta, Öcalan’ın ikinci soyadı halini alan İmralı sözcüğü çoğu zaman
devlet ve hükümet yetkililerinin imdadına da yetişiyor. Örneğin, “İmralı
bu sürecin dışında tutulacak” ya da “İmralı’yla görüşmeler devam
edecek”. Ne kadar açık, anlaşılır ve doğrudan bir anlatım değil mi? Hay
Allah razı olsun bu terimi bulandan.
İmralı Sürecindeki Anarşizm
İşte bu İmralı süreciyle birlikte bir anarşizm lafıdır gidiyor. Benim
bardak meselesine müdahil olmamın yegâne sebebi de budur. Gerek
İmralı’nın gerekse PKK ve paralel kuruluşlarının açıklamalarında,
etkinliklerinde,
yazı-çizilerinde ana fikir ne olursa olsun anarşizme
bir selam edilir. Kişisine ve açıklamasına göre değişmekle beraber bu
selamın çoğu zaman samimi ve gönülden geldiğine kaniyim. Tabii, PKK ve
liderinin dilindeki anarşizm lafzı yaygınlaştıkça birçok tanıdığımın şu
türden sorularıyla sık sık karşılaştım:
- İmralı anarşizme kaymış, ne diyorsun?
- Doğru, kaymış! Darısı öteki adaların ve Adalılar’ın başına.
Fakat, kayarak bir fikre varmak iradi bir tercihse eğer, bu kavuşma
kayak hızıyla, yani süratle gerçekleşmiş demektir. Öyleyse bu ne
dizginsiz hız, bu ne uçuş, bu ne kopuş? Yok eğer gayrı iradi ve mecburi
bir istikamette gerçekleşmişse bu kayma fiili, o durumda da fail (yani
kayan kişi) büyük bir ihtimalle kaygan bir zeminde düşüp sürüklenmiş ve
nihayet kimi tutamaklara tutunup durabilmiştir. Demek ki istemeden
durduğu bu yerde dengesini bulur bulmaz kalkıp gidecektir. Anlaşılan o
ki her iki pozisyonda da marazi bir vaziyet söz konusu.
Şimdi olup bitenin ironi boyutlarını aşan özüne gelirsek; anarşi fikri
ne kaygan zeminlerde bir tutamak ne bir koltuk değneği ne de gayrı iradi
yönelişlerin mecburi istikametidir. Anarşi, akli olduğu kadar iradi ve
vicdani bir eylemdir. Gönlünde, ruhunda, vicdanında yuvalanır.
Duyularına, duygularına, zihniyetine sirayet eder. İşler, biçimlendirir
seni; yani içindedir o senin, arzular ve eylersin. Ya da aldığın
talim-terbiyenin, yol-yordamın çok uzağında kolayca göze çarpmayan bir
sapak işaretidir hayatında. Kırk yıl dolansan da bu âlemde yolun geçmez o
sapaktan. Hal böyleyken, revaç bulmasına bakıp onu politika oyunları
için bir dublör giysisi niyetine kuşanırsa kişi, daha rolünü oynamasına
fırsat kalmadan her yanından sarkar, üstünden başından dökülür,
çırılçıplak kalır sahnenin orta yerinde.
Diyeceğim o ki, felsefi bir fikir olarak anarşi her insanın –her
zalimin, her mazlumun, her âlimin, her cahilin– algısına ve tercihine
açıktır. İsteyen herkes bu fikirden yana olabilir, bu pekâlâ mümkün. Bir
fikir akımı olarak hiçbir gücün, hiçbir merciin onayını, icazetini
gerektirmez. Köle de anarşist diyebilir kendisine efendi de. Ne var ki
anarşi sadece felsefi bir fikir, politik bir yaklaşım değildir; o esas
itibariyle bir özgürlük, bir hakikat arayışıdır. Bu yönüyle politik
akla, bilime ve teoriye değil özgürlük etiğine, vicdana yahut gönül
terazisine itibar eder. Efendinin, kölenin, zalimin, mazlumun
çuvallayabileceği sırat köprüsü tam da burada kurulu. İşte bu nedenle
söz konusu olan anarşi, PKK gibi bir proto-devlet ve onun başkanının
savunduğuysa eğer, o zaman aklıma gelen ilk özlü söz “ainesi iştir
kişinin lafa bakılmaz” deyişidir.
Eğer, Öcalan, PKK ve taraftarlarının dile getirdikleri anarşizm veya
komünalizm savunusu ciddiye alınacaksa, öncelikle şu noktanın hepimiz
açısından açıklığa kavuşturulması gerekir. Tartışma gündemine giren
konular, üzerinden atlanacak basitlikte teorik sorunlar değil.
Ulus-devletin reddi, iktidarın reddi, otorite ve hiyerarşi tartışması,
ekolojik toplumun inşası, federalizm gibi, her biri PKK ve Öcalan’ın
mevcut konumunu tartışmaya açacak anarşist bir içeriğe sahip. Öyleyse
soru şudur: Bu sürecin aktörleri olarak Öcalan ve PKK, dillendirdikleri
fikirlerin pratikte bir karşılık bulmasında samimiler mi? Çünkü bu yönde
gösterilecek gerçek samimiyet, kişisel olarak Öcalan’ın liderlik
konumunu ortadan kaldıracağı gibi PKK’nin hiyerarşik ve militer yapısını
da radikal bir dönüşüme uğratmayı gerektirir. Öcalan’ın tabulaşmış
önderlik konumu ve yüz binlerce insanın ona biat ettiği herkesin
malumudur. Hem iktidar ve her türlü egemenlik reddedilecek, otorite ve
hiyerarşi sorgulanacak hem de Öcalan’ın önderlik tabusu ile PKK
hiyerarşisi tartışma dışı tutulacak! Başkalarını bilmem ama bir anarşist
bundan hicap duyar. Öcalan’ın, Murray Bookchin, Bakunin vb.
anarşistlerin fikirlerini kalkış noktası yaparak veya referans alarak bu
tartışmaları başlatması on yılı buldu bulacak. Görünen o ki, bunca
zaman içinde dönüp kendi otorite konumuna bakmaya, yüz binlerce insanın
iradesine hükmeden önderlik tabusuna dokunmaya, kişisel pozisyonunu yeni
düşünceleri ışığında gözden geçirmeye bir nebze çabası olmadığı gibi
niyeti de yok. Kendisinin de sık sık açıkladığı gibi, devletin tepe
noktalarındaki yetkililerle sürdürdüğü “diyalog” ve “ilişkiler”in biçim
ve içeriği onun liderlik konumunu güçlendirmekte ve onu yüz binlerce
insan için vazgeçilmez bir tabu haline getirmektedir. Elbette bunda PKK
ve onun denetimindeki kuruluşların her kademesinden yüzlerce insandan
tutun da bu hareketin geniş taraftar kitlesinden milletvekillerine kadar
herkesin payı var. Ve unutmamalı ki bu pay çoğu zaman maddi-manevi
pragmatizm şeklinde kendini gösteriyor. Ortalama entelektüel birikime
sahip yüzlerce kadın ve erkekten “irademiz Öcalan” sözünü duymak hangi
özgürlük etiğine sığar? Kendi adıma bu tür bir anarşizmden,
komünalizmden, konfederalizmden ne bir samimiyet ne de tutarlılık
bekliyorum. Bana göre olması gereken şey, Öcalan’ın hiyerarşik konumu ve
içinde bulunduğu özel tutukluluk koşulları dikkate alınarak demokratik
özerklik sürecinin dışında tutulmasıdır. Ben şahsen, Demokratik Toplum
Kongresi’nden, PKK ve KCK yöneticileri nezdinde bu yönlü girişimlerde
bulunmasını beklerim. Ta ki, PKK “İmralı’yı sürecin dışında tutuyoruz.
Kendisi partimizin sadece fahri üyesidir. Artık hareketimiz üzerinde
özel bir konumu ya da özel belirleyiciliği yoktur” manasına gelecek bir
açıklama yapıncaya dek.(*)
Demokratik Özerklik Projesi
Bu yazının ana konusu olan demokratik özerklik meselesine şimdi yeniden
dönelim. Demokratik Toplum Kongresi tarafından hazırlanan “Demokratik
Özerk Kürdistan Modelinin Taslak Sunumu” başlıklı metni okudum. Kendimce
gördüğüm bütün yanlışlarına rağmen bu metni önemsiyorum. Çünkü benim
için demokratik özerklik projesinin İmralı’da mı yoksa Diyarbakır’da mı
yazıldığının bir önemi olmadığı gibi kimin projesi olduğunun da bir
önemi yok. Önemli olan projenin kendisidir; hedefleri, yöntemleri,
tutarlılığı, ruhu ve samimiyetidir. Keza, fikir babası bizzat Öcalan
olsa da projeye karşı yükselen tepkileri görüp milletvekillerini
suçlaması onun tipik davranışlarından biridir. Henüz metnin mürekkebi
kurumadan, eğrisi doğrusu tartışılmadan BDP’lileri paylamasının
Diyarbakır’da sille tokat şiddetinde hissedildiği açık. Vekillerin
çaresizliği özeleştirileriyle ortada zaten. Proje şu haliyle rafa
kaldırılsa bile –ki İmralı’dan yapılan azarlamanın anlamı budur– yine
öneminden bir şey yitirmez. Benim, proje taslağını önemsememin
nedenlerinden biri bu. Söz uçar derler ya, ağızdan çıkan söz kaleme
kâğıda döküldü, tarafların demeçleriyle sabitlendi bir kere, artık
uçamaz. Aynen hoca ile cemaat meselesinde olduğu gibi. Cemaat hocaya
rağmen kendi meşrebince sonuçlar çıkaracaktır bu projeden. Zihniyet
değişimi yaratmaya imkân sağlayabilecek bu tür metinlerin tartışılmasını
yasaklasanız bile hayatla baş edemezsiniz. Çünkü, her şeyden önce irili
ufaklı yüz kadar belediyenin faaliyeti olmak üzere bu projenin hayatta
doğrudan bir karşılığı var. Yani dönüşüm dinamiğine sahiptir. Benim için
bir başka önemi de buradan kaynaklanır.
Ama, “Demokratik Özerk Kürdistan Projesi”ni önemsememin asıl nedeni, bu
girişimin bir süredir başlatılan tartışmaları daha ileri boyutlara
taşıma potansiyeline sahip olması; klasik sol jargonu ve zihniyeti
kısmen de olsa aralamış olması; otorite ve hiyerarşi konularında
tartışmaya açık olması; ulus-devlet örgütlenmesi yerine federalizmi
savunmasıdır. Ama, bir yanlış anlaşılma olmaması bakımından hemen
belirtmeliyim: Şu saydığım konularda taslak metinle herhangi bir görüş
birliği ya da uyum içinde değilim. Aşağıda da izah edeceğim gibi, bu
konuların her biri için şimdilik kapı aralığından sızan cılız da olsa
bir umut ışığı görüyorum. Sadece bu! Öte yandan kapının ardına kadar
açılma iradesi PKK’nin lideri ve üst hiyerarşisinin elinde olsa da bunun
imkânı yalnızca onlara bağlı değil. Bu hareketin dışından yankılanan ve
kapının aralanmasını isteyen her ses bir nebze de olsa bu imkânı
sunabilir. Bu saatten sonra PKK ve taraftarlarının özgürlükçü çözüm
önerilerine kulaklarını tıkama, görmezden gelme şansı ve olanağı yoktur.
Mevcut rotasından dümen kırabilir, yani makas değiştirip başka bir yola
girebilir. Özgürlükçü öneri ve tartışmalara set çekip şiddet içerikli
sert tavırlar alabilir ama, konuyu görmezden gelmek, yankılanan sesleri
duymamak gibi bir şansı yok. Çünkü, 90’lı yıllarda anarşistlerin ortaya
attığı, ancak doğru dürüst bir tartışma zemini yaratamayan devletsiz
federalizm önerisi on yıl aradan sonra, ayrıntılarını –ve varsa arka
planını– bilemediğim saiklerle Öcalan ve hareketi tarafından gündeme
getirildi. Bu durum binlerce insanın ufkunu, düşünce yapısını
etkileyerek küçümsenemeyecek boyutta bir fikirsel değişime yol açtı.
Bugün hangi saikle olursa olsun, başta Öcalan olmak üzere PKK ve ona
bağlı kuruluşlar, BDP ve yüz belediyenin desteğiyle yeniden
gündemleştirilen demokratik özerklik projesi aynı zamanda devletsiz
federalizm tartışmasıdır.
Projenin Politik Toplum Tasarımı
“Demokratik Özerk Kürdistan Modelinin Taslak Sunumu” metnini yine bardak
metaforuyla örneklersem, bardağın ne kadarının dolu olduğu değil
bardağın neyle dolu olduğu üzerinde durmak istiyorum. Arı duru bir su
beklerken iki yudum ekşi ayranla karşılaşmak da mümkün çünkü. Bu açıdan
bakınca metinde yer yer özgürlükçü komünalist içerikle karşılaşmak
elbette söz konusu. Ama her şeyden önce bu taslak, üzerinde spekülasyon
yapılamayacak kadar açık seçik ifadelerle hiyerarşik bir toplum
projesini ortaya koymakta. Bir farkla ki, bu projeyi otoriter solun ve
Kürt muhalefetinin klişe jargonuyla değil, ekolojistlerin, özgürlükçü
sosyalistlerin, hatta yer yer liberterlerin diliyle sunmakta. Özetle,
yeni toplumsal hareketlerin zihniyet ve alfabeleri yardımıyla hiyerarşik
bir toplum kurgulanmaktadır. Bu noktadan ele alınca metnin özerklik
algısı, örgütlenme ve politik toplum modeli, tarih ve geleceğe yaklaşımı
gibi temel konulardaki mantığı bana epeyce uzak geliyor.
Mesela metnin girişindeki tarihçe kısmında “insanlık tarihinin şafağı
olan Neolitik tarım devrimi”nden söz ediyor taslak, hem de
alkışlarcasına. Eğer neolitik tarıma geçişin niteliği tartışılacaksa ben
bunu devrimden ziyade karşı-devrim olarak nitelemeyi yeğlerim;
uygarlığın başlangıcı, insanın doğadan kopuşunun başlangıcı, kültür
tarafından insanın evcilleştirilmesi süreci olarak görürüm. Egemen
kabullenişin tersine, bu yola girişi hiç de öyle insanlık tarihinin
şafağı veya hayırlı bir serüven olarak görmüyorum. Günümüzdeki
işbölümünün, uzmanlaşmanın, hiyerarşinin, asimetrik toplumsal varoluşun,
sanayi ve yol açtığı tüm ekolojik sorunların, özgürlükten ve doğadan
kopmuş olmanın müsebbibi olarak Mezopotamya’da gerçekleşen ve taslağın
övgüyle sözünü ettiği tarım devrimini görüyorum. Yalnız bu konuda taslak
metin kimi mantıksal kopukluklar da içeriyor. Tarım devrimine olumlu
göndermeler yaparken uygarlığı günümüz krizinin kaynağı olarak görüyor.
Hem de şaşırtıcı derecede radikal bir bakışla yaklaşıyor uygarlığa:
“Toplumsal sistem kriz ile birlikte, gittikçe derinleşen ekolojik krizin
kökenlerini uygarlığın başlangıcında aramak en gerçekçi yoldur.
Hiyerarşik ve devlet güçlerinin toplumu var eden komünal bağı inkâr
etmesi ve yerine bir sapma olarak gelişen zihniyet durumu doğayla yaşam
arasındaki bağın unutulmasına, önemsiz kılınmasına sebep olmuştur.
Uygarlığın dayandığı bu zemin üzerindeki her yükseliş, daha fazla
doğadan kopma, çevreyi tahrip ve yaşanılamaz bir dünyaya doğru gidişe
neden olmuştur.”
Uygarlığın tahripkâr rolünü şu şekilde doğru tespit ettiği halde onun
önemli sacayaklarından biri olan tarıma geçişi olumlamasını bir sürçme
olarak görüyorum. Ama, belirttiğim gibi metinde buna benzer farklı bakış
açılarından kaynaklanan çelişkili yaklaşımlar epeyce var. “Bu çok mu
önemli” diye sorulabilir. Evet, bazen çok önemli. Tarihe yaklaşımınızı
ortaya koyan öyle cümleler olur ki bugün savunduklarınızı anlamsız
kılar. Örneğin, “İlk devletçi uygarlık ve imparatorluklar aşağı
Mezopotamya’da ortaya çıkınca gözünü diktikleri yer Kürdistan olmuştur.
Bu nedenle Kürtler tarihte özgürlük mücadelesi veren halkların başında
gelmektedir.” Bu yaklaşım birçok açıdan sorunlu bir tarih algısına
işaret eder. Sümer ve Babil uygarlıklarını ülke kavramıyla tanımlamazken
onların gözünü diktikleri Zagroslarda yaşayan kabile köylerini
Kürdistan ile özdeşleştirmek biraz fazla bir zorlama olmaz mı? Üç-dört
bin yıl önce aşiret topluluklarının yaşadığı bölge ya da bölgelere, daha
yakın çağlardaki bir etnik topluluğu ve ülkeyi niteler anlamda Kürtler
ve Kürdistan demek doğru olur mu? Guti, Kardu, Kurti ile Kürdistan
terimleri arasında kiminde bin yıl kiminde iki bin yılı aşan zaman
aralıkları söz konusuyken ne zaman başladığı bile bilinmeyen tarih
başlangıcından itibaren Kürtleri ve Kürdistan’ı homojen çağrışımlarla
tarif etmek doğru mu? “Kürtler tarihte özgürlük mücadelesi veren
halkların başında gelmektedir” cümlesi iddialı olmaktan öte açıkça
hamasi. Kim bu halklar, kime karşı mücadele etmişler? Örneğin,
Asur-Akad’a karşı savaşan Medler özgürlük mücadelesi mi veriyordu?
Kasitler, Mitaniler, Huriler ne tür bir özgürlük mücadelesi içindeydi?
Bu anakronizm, Kürtleri çağlar boyu tek bir yapı, tek bir kütle halinde
hareket eden şanlı bir tarih ve sosyolojinin öznesi yapmaya oldukça
meyilli. Oysa Kürtlerin ataları sayılan kabile toplulukları hayli geniş
bir coğrafyada, komşularına karşı olduğu kadar birbirlerine karşı da pek
çok kez hanedanlık mücadelesi vermişlerdir.
Yukarıda taslak metnin hiyerarşik toplum modeli sunduğunu söyledim.
Metnin “siyasi boyut” başlığıyla ifade ettiği örgütlenme tasarımı
özgürlükçü değil, temsili esasa dayanan politik bir örgütlenmedir. Zaten
taslak da buna “ahlâki ve politik toplum” diyor. En alt organ olan köy
komününün, en üst organ olan kongre ile taçlandığı bu anlayış, özü ve
biçimiyle –güncellenmiş– Leninist bir örgütlenmedir. Türkiye’de siyasi
partiler yasası kapsamına girmeyen tüm sosyalist sol parti ve örgütlerin
tüzüğü de bundan farklı değil. Onlar da köy komünü/komitesi ile örgütün
üst organı olan kongre arasında bir iskelet kurarak işe başlarlar.
Burada da metnin sözünü ettiği tabandaki köy komünleri, mahalle, semt,
kasaba ve kent meclisleri, demokratik bir temsille üst meclislere bağlı
olan birer politik organ konumundadırlar. Aşağıdan yukarıya, yukarıdan
aşağıya geçişli, siyasi iradenin taşıyıcı ve uygulayıcıları olan bu
temsilciler aynı zamanda demokratik toplumun yöneticileridir.
Dolayısıyla metnin ortaya koyduğu proje hedefi, tamı tamına temsili
demokrasiyle yönetilen bir toplum modeline denk düşüyor. Her ne kadar
metin sık sık konfederalizme göndermeler yapsa da bu haliyle federalist
örgütlenmeden oldukça uzaktır. Elbette şunu göz ardı etmiyorum; bu proje
bir yandan da Cemil Çiçek gibi muhataplarla müzakere edilecek.
Özgürlükçü, ekolojik, federal toplum hedefinin bu metinde ufuktaki bir
nokta gibi görünmesinin bir nedeni de sanırım bu. Beni burada
ilgilendiren asıl şey ise onun muhatapları dikkate alan dili değil,
ufukta işaret ettiği noktadır. Dolayısıyla, apaçık bir demokratikleşme
projesi olan bu metnin söylediklerinden çok söyleyemediklerine bakarım.
Tabii bu projenin ne tür tartışmalara yol açacağı bilinmez, ama metnin
özerklikten federalizme doğru bir yönelim potansiyeli taşıdığını
söyleyebilirim. Bu noktada da benim açımdan esas sorun federalizmin
tarifinde yatar. Metinde sözü edilen federalizm, ulus-devlet
örgütlenmesi dışında tarif edilse de hep üst meclisler, parlamentolar ve
merkez yönetimler sarmalı içinde karşımıza çıkıyor. Çünkü, Öcalan ve
takipçileri demokratik konfederalizm derken de otonomlara dayanan özgür
birlikleri, başsız federasyonları değil demokratik cumhuriyeti tarif
ediyorlar. Oysa cumhuriyet ne denli demokratik olursa olsun özü gereği
hiyerarşiye, temsili demokrasiye ve yasanın hükümranlığına dayanır; yasa
ise tahakkümün alfabesidir. Halbuki başsız federasyonların ayırt edici
özgünlüğü, herhangi bir merkezi organa bağlı olmaksızın etik temelli
doğal hukuka ve doğrudan demokrasiye dayanmalarıdır. Bireyin iradesini
gerçek kılan zemin burada doğar. Bu özgünlük bireyin topluma karşı
özgürlüğünün de garantisidir.
(*) Yanılmıyorsam bu fahri üyelik meselesi Öcalan daha İtalya’dayken
gündeme gelmişti. Gördüğü lüzum üzerine PKK genel başkanlığından çekilen
Öcalan, fahri üye sıfatını kullanmıştı. 1999’da İmralı’daki
tutukluluğunun ilk aylarında ise, Osman Öcalan yönetimindeki PKK
Başkanlık Konseyi şuna benzer bir açıklama yapmıştı. “Bulunduğu özel
tutukluluk koşulları ve üzerindeki baskılar nedeniyle başkanımızın
açıklamaları kendisini ve partimizi bağlamıyor”. İmralı sürecinin yeni
bir strateji olarak kabul edilmesiyle birlikte bu açıklama her ne kadar
bir kenara atılıp unutulsa da demek ki bu tür kararlar almak tamamen
imkânsız değil.
Qijika Reş Dergisi - Sayı 3 / Gazi Bertal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder