Başlıktan da anlaşılacağı gibi bu yazı akıntıya karşı yazıldı. Hem
başlığı, hem içeriğiyle hayli iddialı bir yazı. Bunun farkındayım. Fakat
bu yalnızca benim anadilde eğitim konusuna radikal bakışımla
açıklanamaz. Bu iddia, konunun tartışmaya kapalı olmasıyla yakından
ilgilidir. İşin aslına bakılırsa anadilde eğitim sorununun karşıt
tarafları arasında da konunun esasına dair fikir ayrılığı yoktur.
Her iki taraf da anadilde eğitimi meşru bir hak olarak görür. Mesela devlet tarafı bu hakkı Türkiye dışındaki bütün halklar, topluluklar için meşru ve gerekli görür. Batı Trakya ve Bulgaristan’daki Türk azınlık için, Kuzey Kıbrıs için, Irak Kürdistanı’ndaki Türkmenler için ve son olarak da Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli göçmenler için ısrarla savunmaktadır bu hakkı. Türkiye’de ise Türkçe dışında başka dilleri konuşan kendi vatandaşları için anadilde eğitim hakkını tartışmasız bir hak olarak görmez. Bunun tek sebebi özünde böyle bir hakka karşı olmasından kaynaklanmıyor. Devletin ya da genel olarak iktidar kurumlarının ve bu algıya sahip vatandaşların asıl çekincesi, devletin cumhuriyet ilkeleri ve dil üzerindeki tekelinin sarsılacağıdır. Bu konuda ayak diremenin en sağlam yolu ise inkârdan geçer. Kürtçe eğitim talebine karşı devlet, kendimi bildim bileli “böyle bir dil yok ki” deyip çıkmaktadır işin içinden. Bir asır boyunca bu inkâr yöntemiyle direnmiştir. Her ne kadar argümanları artık kendi ayağına dolansa da gittiği yere kadar bu direnişi sürdürmek için hâlâ debeleniyor. Demek istediğim, devlet de genel olarak herhangi bir anadilde eğitime karşı değil. Ancak, söz konusu dil Kürtçe, Zazaca, Lazca vb. ise adeta otomatik bir komut gibi “hassasiyet”ini hatırlayıp bu hakkı reddediyor. Tabii bu konudaki tartışmaların nihayet gelip temel insani haklar çerçevesine dayanması, anadil talebinin genel geçer bir meşruiyetten kaynaklanması onu zor durumda bırakan başlıca etkendir. Öyle ya da böyle, bu sorun son demlerini yaşıyor denilebilir.
Her iki taraf da anadilde eğitimi meşru bir hak olarak görür. Mesela devlet tarafı bu hakkı Türkiye dışındaki bütün halklar, topluluklar için meşru ve gerekli görür. Batı Trakya ve Bulgaristan’daki Türk azınlık için, Kuzey Kıbrıs için, Irak Kürdistanı’ndaki Türkmenler için ve son olarak da Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli göçmenler için ısrarla savunmaktadır bu hakkı. Türkiye’de ise Türkçe dışında başka dilleri konuşan kendi vatandaşları için anadilde eğitim hakkını tartışmasız bir hak olarak görmez. Bunun tek sebebi özünde böyle bir hakka karşı olmasından kaynaklanmıyor. Devletin ya da genel olarak iktidar kurumlarının ve bu algıya sahip vatandaşların asıl çekincesi, devletin cumhuriyet ilkeleri ve dil üzerindeki tekelinin sarsılacağıdır. Bu konuda ayak diremenin en sağlam yolu ise inkârdan geçer. Kürtçe eğitim talebine karşı devlet, kendimi bildim bileli “böyle bir dil yok ki” deyip çıkmaktadır işin içinden. Bir asır boyunca bu inkâr yöntemiyle direnmiştir. Her ne kadar argümanları artık kendi ayağına dolansa da gittiği yere kadar bu direnişi sürdürmek için hâlâ debeleniyor. Demek istediğim, devlet de genel olarak herhangi bir anadilde eğitime karşı değil. Ancak, söz konusu dil Kürtçe, Zazaca, Lazca vb. ise adeta otomatik bir komut gibi “hassasiyet”ini hatırlayıp bu hakkı reddediyor. Tabii bu konudaki tartışmaların nihayet gelip temel insani haklar çerçevesine dayanması, anadil talebinin genel geçer bir meşruiyetten kaynaklanması onu zor durumda bırakan başlıca etkendir. Öyle ya da böyle, bu sorun son demlerini yaşıyor denilebilir.
Dil Meselesinin İki Ana Yönü
Kürtçe’nin
eğitim dili olarak kabul edilmesi için Kürt hareketi uzun yıllardır
mücadele etmekte. Geçtiğimiz sonbaharda BDP ve ona bağlı belediyeler,
iki dilli yaşam ve anadilde eğitim hakkı için yeni bir kampanya
başlattı. Böylece hem Kürt Meselesi’nin hem de Kürtçe’yle eğitim
talebinin gündemdeki yerine bir hatırlatma daha yapılmış oldu. Benim
açımdan ise bu sorunun irdelenmeye değer iki temel yönü var.Birincisi,
Kürtçe’nin eğitim-öğretim dili olarak revize edilmesi, biçimlendirilmesi
ve yeniden oluşturulmasıdır -ki ben buna Kürtçe’nin ölümü
diyorum.İkincisi, sistematik eğitimin anadilde yapılamayacağı
gerçeğidir.Toplum veya topluluklar, birçok alanda olduğu gibi dil
alanında da eşitlik istiyorsa, elbette bu meşru hakkı teslim etmekten
başka söylenecek söz olmamalı. Fakat bir anarşist için mesele meşru bir
hakkın teslim edilmesiyle sınırlı değil. Burada asıl üzerinde durulması
gereken ve en az anadil kadar önemli bir nokta da eğitim meselesidir.
Bin yıllardır sistematik eğitime karşı direnmiş bir toplum, niçin
bugünün uygarlık cenderesi içine alınıp eğitilmek isteniyor? Bu
konuşulmayacak mı, tartışılmayacak mı? Çağdaş uygarlıkçıların
dillerinden düşürmedikleri “eğitim şart” düsturu ne oldu da eğrisine
doğrusuna bakılmadan bütün bir Kürt toplumunun talebi haline getirildi.
Politik dünyadaki her değişimi gözleyen, her türlü düşünsel kültürel
tartışmaya kulak kabartan Kürt entelektüeller eğitim meselesine niçin
dönüp bakmazlar? Kürt hareketinde veya politik Kürt çevrelerinde
eğitimin sistem ve iktidarla ilişkisini ele alan herhangi bir incelemeye
rastladığımı hatırlamıyorum. Belki vardır da ben rastlayamadım. Tabii
kast ettiğim şey eğitimin sömürge-sömürgeci ilişkisinde yol açtığı
deformasyon veya semptomlar değil, iktidarın kimliğinden bağımsız olarak
eğitimin birey üzerindeki tahribatıdır sözünü ettiğim.Meselenin önemi
şuradan kaynaklanıyor: Eğitim iktidar ürettiği kadar iktidar da eğitim
aracılığıyla sınırsız bir tahakküm yaratır ve bu tahakkümü
yaygınlaştırır. Bireyi tahakküm altına alan, eğen, büken, tartan, ölçen,
biçen, şekillendiren, kendine tabi kılan iktidar, bunu eğitimin bin bir
çeşit metoduyla gerçekleştirir. Birer kıyma makinesi olan eğitim
kurumlarının yarattığı cehalet ortadayken Aydınlanma ve Batı
hayranlığının Kürt hareketi tarafından da sorgulanmasının vakti ne zaman
gelecek acaba?Belli ki, anadilde eğitim istenirken eğitimin sistematik
şiddet içerdiği her defasında gözden kaçırılmaktadır. Bundan yüz elli
yıl önce zorunlu eğitime karşı gönüllü öğrenim projesi geliştiren Lev
Tolstoy, “eğitim, bir fikrin zorla insana dayatılmasıdır” demişti. Eğer
insanlar, kendilerine dayatılan bu otorite ilkesine rıza göstermeselerdi
eğitim sistemleri yeryüzünde bu denli tıkır tıkır işleyemezdi. İşte
eğitim denilen sistematiğin temel işlevlerinden biri de otorite ilkesini
bireyin düşünce ufkunda ve yaşamında vazgeçilmez kılması; buna muktedir
olması ve bunu başarmış olmasıdır. Ancak bu gönüllü kabulleniş
sonucudur ki, milyonlarca insan ordusuz, polissiz, yargıçsız, otoritesiz
ve nihayet okulsuz bir yaşamı kâbusla eşdeğer görmekte. Burada
vurgulamak istediğim nokta elbette müfredat değil, bizzat eğitimin
kendisidir. Bir olgu, bir tahakküm biçimi olarak zorunlu eğitimin
reddedilmesidir. Bilgi ve tecrübe aktarımı veya kısaca öğrenmek ise
tamamen başka tarzda bir etkinliktir. İktidar ve otoritenin tekeli
dışında, formasyon ve kurumsal işlevi olmaksızın bireyin rızası ve iradi
seçimiyle serbestçe gerçekleşebilecek bir deneyim sürecidir o. Özetle,
Kürt toplumu, Kürtçe’nin eğitim dili haline gelmesini istediği ve bu
talebi gündemde tutabildiği müddetçe er ya da geç bu hedefe ulaşır.
Şüphesiz Kürtçe de her dil gibi gelişmeye, modernleşmeye ve elbette
eğitim dili olmaya müsaittir. Hatta bu yola koyulmuş ve epey de menzil
almış durumda. Ne var ki, bu amacın hedef ve araçları, yol ve yöntemleri
özgürlük etiğiyle değil, otoritenin buyurganlığıyla belirleniyor. Açık
ki, bu buyurganlık amacın kendisini de gözden geçirilmeye muhtaç
kılmakta. Sorun Kürtçe’nin eğitim için yeterli olup olmadığı değil; asıl
sorun hâlâ önemli oranda doğa toplulukları olan Kürtlerin yaşam
tarzının ortadan kaldırılmasıdır. Bu akıbeti yaşamış olan toplumların
dillerine bakıldığında görüleceği gibi, Kürtçe’nin eğitim dili haline
gelmesiyle birlikte etimolojik ve morfolojik yapısı büyük bir
deformasyonla karşı karşıya kalacaktır. Demokratik kriterler açısından
meşru bir hak talep edilirken gözden kaçırılan nokta; kent ve devlet
öncesi özgünlükler taşıyan bu dilin toplumdan ve yaşamdan koparılıp
bilimsel disiplinler tarafından yeniden üretilmesidir. Asıl sorun bu!
Eğitim havucuna karşılık buna razı olunacak mı peki? İnkâr politikasının
tek panzehiri, özgün toplumsal yaşam ve varoluşun çağdaş uygarlığa feda
edilmesi mi? Halbuki, Kürtçe’nin yok olmaması için tek garanti olarak
öngörülen sistematik eğitim dili haline getirilmesi, gerçek anlamda
Kürtçe’nin ölümüdür. Böyle bir hamle, uzun bir tarihi olan Kürtçe’yi
kısa zamanda Kürtlerin hayat tarzından, yaşam ilişkilerinden koparıp
tanınmaz bir dile dönüştürecek. Bunun işaretlerini bugünden görmek
mümkün.
Anadilde Eğitim Talebi
Meselenin
ikinci temel yönüne gelince; öncelikle şu yargımı ortaya koymalıyım:
Bugün hiçbir anadilde eğitim yapılmıyor, yapılamaz. Tersinden söyleyecek
olursam; günümüz eğitim dillerinin hiçbiri artık anadil niteliklerini
taşımıyor. Mesela, konuşma veya eğitim-öğretim dili olarak Türkçe kimin
anadilidir? Toroslar’da, İç Ege’de, Orta Anadolu’da resmî Türkçe’den
farklı ağızlarla anadillerini konuşan Türklere rastlamak mümkün belki,
ama Türkiye Türkçe’si denilen dil Türklerin anadili olmaktan çoktan
çıktı. Çünkü, eğitim dili haline gelen hiçbir dil anadil niteliklerini
koruyamaz. Herhangi bir dil, yazı ve eğitim dili olarak gelişip
standartlaştıkça bozuma uğrar. Yani, bir dil ne kadar gelişir,
modernleşir ve merkezileşirse o oranda da doğasından, yapısal
özelliklerinden ve asıl yaşam kaynağından kopar, uzaklaşır ve değişir.
Bunun nedeni, anadil dediğimiz konuşma dilinin, tarih, kent ve yazı
öncesinden veya bunların dışında kalmasından kaynaklanır. Henüz doğayla
bütünlüklü, temel morfolojik özelliklerini canlı bir şekilde koruyan
diller, sistematik eğitim, yazılı kültür ve kent yaşamına geçişle
birlikte eski niteliklerini kaybeder, değişim ve bozuma uğrarlar. Bu
bakımdan anadil, doğaya, doğal hayata, doğa toplumlarına ait iken;
eğitim ve yazılı kültür dili, modern uygarlık öncesi kimi izler
taşımasına rağmen kente, devlete ve uygarlığa aittir. Eğitim dili,
yalnızca sözcük hazinesi açısından değil, konuşma kalıpları, etimolojik
ve morfolojik (köken ve yapı) özellikleri açısından da doğal özgünlüğünü
yitirmiştir.Bu açılardan bakınca Kürtçe’nin henüz epey avantajlı
yanları var. Çoğu zaman yan yana iki köyün, iki aşiretin ortak dilinde
bile farklı ağızlar mevcut. Birkaç temel lehçeden başka pek çok şive ve
ağızla konuşulan günümüz Kürtçesi, hâlâ pastoral yaşam tarzının
rengârenk çeşitliliğini sunmakta. Ancak, 1970’li yıllarda politik Kürt
gruplarının –alfabe, gramer ve yazı dili arayışıyla– başlayan yazılı
kültür çalışmaları, bugün konuşma dilinden uzaklaştığı gibi yazı dilinde
de belli bir standartlaşma ve merkezîleşmenin yolunu açtı. Açık ki bu
çaba Kürtçe’yi hızla homojenleştirip ulusal dil denilen devlet dili
haline getirecek.Bu meselenin bir başka boyutu ise, anadilin eğitim ve
devlet diline uygun yapıya dönüştürülmesi için yapılacak zoraki
bozumdur. Bir dile siyasi nedenlerle yapılan müdahalelerin nerelere
varabileceğini görmek için Kürt camiasının gayet iyi bildiği Türk Dil
Kurumu çalışmalarını, güneş dil teorisini, Orhan Hançerlioğlu’nun
Öz-Türkçe girişimlerini hatırlamak yeterlidir. Bu girişimlerde illa da
kötü niyet aramak gerekmez. Modern eğitim sistemi, dilin
merkezîleşmesini, standartlaşmasını kaçınılmaz kılar. Ulusal çapta bir
ve tek eğitim sistemi istiyorsanız, Türk oymaklarının Asya
bozkırlarından beri kullana geldiği onlarca şive, ağız ve lehçeyle bu
ulusal birliği ve eğitimi sağlayamazsınız. Nitekim, Kürtler de öteki
lehçe, şive ve ağızları yutan, yutamadıklarını da aşağılayan merkezî bir
dil standardizasyonuna varmadan mevcut Kürtçe’yle hedefledikleri çağdaş
eğitim sistemini kuramazlar. Soranca ve Zazaca her ne kadar ayrı dil
yapılarını korumuş olsa da hem Kürtçe’ye eklemlenip asimile edilmeleri
hem de kendi içinde ikinci bir merkezîleşme tehdidiyle karşı karşıyalar.
Görebildiğim kadarıyla Zazaca üzerine çalışan dil uzmanları şimdilik
Kürtçe’den bol miktarda ödünç sözcük almaktalar. Fakat bu borç yüküyle
nereye varılacağı, bu borcun altından nasıl kalkılacağı konusunda bir
fikirleri olup olmadığından kuşkuluyum.Tabii bu arada güney Zazaca
şivesiyle ilgilenen dil uzmanlarının kuzey Zazacası’ndan neredeyse hiç
sözcük almamaları da dikkat çekici bir dilbilim yaklaşımı. Bu ödünç
sözcük alma işinin mantıki sonucu, alacaklının ipoteğini icra ve iflasa
kadar vardırmasıdır. Ve sanırım sonunda öyle olacak. Bu bakımdan
anadilde eğitim talebinin Zazaca için yarattığı tehlike daha can alıcı
bir boyutta. Güney ile kuzey Zazaca şiveleri (Dımıli ile Dersim, Sivas,
Erzincan havalisi) arasındaki farklılaşma aşağı yukarı Sorani ile
Kurmanci arasındaki fark kadardır. Her iki şive de yaklaşık aynı
yaygınlıktadır. Zazaca’nın öteki ara ağızlarını bir yana bıraksak bile
bu iki temel şiveden hangisi eğitim dili için esas alınacak? Belli ki
dil uzmanları Zazaca’nın bu iki temel şivesini Farsça ve Kürtçe
yardımıyla tekleştirecek. Böylece yazı-çizi, eğitim ve bilim erbabının
dahi anlamakta güçlük çekeceği yapay bir dil üretecekler. Bu konuda
atılan adımları, Türkçe’den aktarma şablonlarla kurulmaya başlanan
gülünçlükleri hatırlamak bile istemiyorum.Batı dillerinden,
filtrelenmeden alınan günlük yaşamdaki kalıplar daha şimdiden Kürtçe’yi
de Zazaca’yı da etkilemeye başladı. Bu nedenle, televizyon ve radyo
yayınları, yazılı basın yayın çalışmaları maalesef dilin özgün mantığına
ve doğal yapısına öldürücü darbeler indiriyor. Mesela, Türkçe’de
konuşma diline kimisi eskiden kimisi de yeni yeni yerleşen pek çok kalıp
ve sözcük bire bir çeviriyle Kürtçe ve Zazaca’ya taşındı. “İyi günler,
iyi akşamlar, kendine iyi bak, bilindiği gibi, bu çerçevede, bu süreçte,
doğrusu, şüphesiz, ola ki” gibi bir dizi söz ve kalıbın anlam ve
mantığı göz önüne alınmadan taklit edilmesi ciddi tahribata yol açıyor.
Tabii bunlara bir de Farsça kelime köklerine Kürtçe ekler takıp
Hançerlioğlu mantığıyla laboratuarda türetilen sayısız sözcük de
eklenince anlaşılması zor bir dil çıkıyor ortaya.Örneğin, okur yazar
olmayan ama iyi Kürtçe konuşan herhangi bir köylü ya da şehirliye Kürtçe
yazılmış bir haberi okuyun, tanıdık bazı sözcük ve edatlardan başka
hiçbir şey anlamadığını göreceksiniz. Aynı şey Zazaca için de geçerli.
Taklidi marifet sanan dil uzmanlarının kotarıp güncelleştirdiği Kürtçe
ve Zazaca ne okunabiliyor ne anlaşılabiliyor. Ne yazık ki Kürt basınının
bu yapay dili ile toplumun geleneksel dili arasında açılan uçurum gün
geçtikçe derinleşiyor. Bir kanser hücresi gibi politik Kürt çevrelerine
bulaşan çağdaş yaşama ayak uydurma çabası geleneksel Kürtçe’yi yok oluşa
doğru sürüklüyor.Halbuki, Kürtler çeşitli imparatorlukların ve
çevrelerindeki birçok devletin egemenliğinde yüzyıllarca yaşadıkları
halde dillerini kaybetmedi. Sözlü edebiyata –masal, destan, veciz, türkü
ve ağıtlara– yansıyan son derece berrak tasvir ve tanımlamalar bunun en
temel kanıtıdır. Dilin bu doğal zenginliği, toplumun son çeyrek
yüzyıldaki politikleşmesiyle birlikte yoksullaşmaya, mekanikleşmeye yüz
tuttu. Kürtçe, yaklaşık otuz yıldır tümüyle yabancısı olduğu politik bir
jargonun esaretinde can çekişiyor. Tam da mustarip olunan asimilasyoncu
zihniyetle, ölçüsüz zorlama ve abartılarla yeni bir dil yaratılıyor.
Batı hayranı ilerici dilbilimciler, linguistik uzmanları, gırla türeyen
araştırmacı yazarlar birbirinden şişkin sözlük ve gramer icatlarının
yarışındalar. Binlerce yıldır doğal yaşamdan gelen çeşitliliğini,
zenginliğini koruyan geleneksel Kürtçe maalesef bu uğursuz çabanın
elinde bir kadavraya dönüşüyor. İşte böylece, son otuz yıldır süregelen
modernist saldırı, dili standartlaştırma tuzağına düşürmeyi başardı.
Artık geleneksel Kürtçe’yi bekleyen akıbet –eğitim dili uygulamasına da
geçilirse eğer– hızla başlayacak dejenerasyon, köken ve yapı bozulmasına
bağlı olarak erime ve yok oluş sürecidir.Sonuç olarak, benim talebim
Kürtçe’nin eğitim dili olması değil, anadili olarak kalması ve
korunmasıdır. Şimdi “koruma” sözcüğünü kullandım diye bu işin üniversite
kürsülerinde kotarılabileceği sanılmasın. Aksine, dilleri bozan veya
onların baskı altına alınmasına aracı olan bizzat üniversitelerdir. Bu
nedenle, doğa topluluklarının dilleri bilim çevrelerinin deney ve
araştırma nesnesi yapılmamalı. O kürsülerden çıkacak sonuçları gayet iyi
biliyorum. Bugün teknoloji sisteminin dili ve zihniyetiyle konuşan
teknokratın bana, “senin dağlarından, yaylalarından doğup çağlayan
dereler boşa akıyor” demesiyle, dilbilimcinin “senin dilin geri, çağdaş
yaşamı algılamakta ve ifade etmekte yetersiz” demesi arasında bir fark
görmüyorum. İkisi de gelişme ve kalkınmaya işaret eder. İkisi de doğal
yaşamımı ortadan kaldırmayı hedefler. İkisini de reddediyorum. Dereler
boşa aksın. Dil kendi doğal seyrine bırakılsın.
Kaynak : Anarşist Gazetesi - Sayı 2
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder