Sayfalar

5 Şubat 2012 Pazar

Biz aslında ne istiyorduk ?


Toplumsal devrim hikâyemizin modernizmle kol kola ilerleyen otuz küsur yıllık dönemini, yaşımın yettiğince kimi zaman duyarak kimi zaman görerek ve bir zamanlar da bizzat içinde yer alarak yaşamış tanıklardan biriyim. Bugün dönüp o günlere baktığımda soruyorum kendime; hani 70’li yılların başında “sarp, çetin ve engebeli” olduğu sıkça tekrarlanan devrim yoluna o ilk adımı attığımız günlerde biz aslında ne istiyorduk? Hani dünyada en sonuncu uluslararası sömürge olduğumuzu ve şanlı zaferlerle özgürleşeceğimizi söylerken biz aslında ne istiyorduk?

Hani henüz diplomasi çekmecelerinde adımıza tomar tomar dosyaların olmadığı, henüz Batı demokrasilerinin kullanılmış battaniyelerine hiçbir minnet borcumuzun bulunmadığı, hani yolumuzun Amerikan Temsilciler Meclisi’ne hiçbir şekilde düşmeyeceğini sandığımız günlerde aslında biz ne istiyorduk? O günleri hatırlayan herkes bilir ki, kapıldığımız o tarifsiz duygu fırtınasının, o karşı konulmaz coşku selinin sebebi özgürlük arzumuzdu.

Özgürlük istiyorduk!

70’li yılların başında dünyaya baktığımızda karşılaştığımız manzara elbette bugünden çok farklıydı. Ve hayallerimizi süsleyen özgürlük arzusunu o günkü ufkumuzla, o sınırlı söz dağarcığımızla her ne kadar ifade edemezsek de gönlümüzdeki asıl şey özgür bir dünyaydı. Ne var ki, programsız yaşanılamayacağını sandığımız için özgürlük mücadelesini asgari ve azami kapsamlara, uzun ve kısa menzillere, safha ve ara konaklara tasnif eden bir devrim programıyla sınırlamıştık. Devrimin kalkınma ve modernleşmenin programı olduğunu fark
ettiysek de modernleşme denilen sürecin insanlığı felakete sürükleyen niteliğini o gün göremedik. Ve önemli bir şeyi gözden kaçırdık o gün: Özgürlüğün sınırsız evrenini program denilen ruhsuzlukla sınırlayıp devrim kavramına yüklemiştik, özgürlük adına ne varsa devrimde arıyorduk artık. Devrimin otoriter dili galebe çaldığı için, bizim de dilimiz ve giderek de zihniyetimiz militaristleşti.

Evet devrimi hedeflemiştik, devrim yapacaktık bu doğru. Peki ne istiyorduk, niçin yapacaktık bunu? Karşılarında önümüzü ilikleyip esas duruşa geçeceğimiz yeni efendiler, yeni başöğretmenler yaratmak için mi yapacaktık devrimi? Koca göbekli suratsız bürokratlar ya da çiçeği burnunda işkenceciler olmak için mi arzuluyorduk devrimi? Adına zulüm cenderesi dediğimiz yüzlerce devlete sadece birini daha eklemek için mi yoksa? Elbette hayır! Hiç kimse bütün bunların herhangi bir şekilde aklımızdan geçtiğini iddia edecek kadar unutmuş olamaz dünü. Evet militarist bir dille konuşuyorduk doğru, savaşlardan, kalelerden, mevzilerden söz ediyorduk. Ama biz aslında başka bir dünyanın kapılarına doğru yol alırken ve o yoldan geçip giderken devrim dalgası da yol güzergâhı boyunca kimi değişimlere yol açacaktı. İşte bu değişim ya da geçici mevzilerden biri de sahip olacağımız iktidar odağıydı. Ne yazık ki, devrim anlayışımızın ya da hedeflediğimiz iktidarın özgürlüğe karşıt bir tahakküm sistemi olduğunu, iktidar yapılarının özgürlüğü nasıl boğacağını o gün göremiyorduk. Düpedüz devrimci bir despotlukla özgürlüğü hedefliyorduk, nice despotlukların da birer devrimle kurulmuş olduğunu unutarak. Geçmişi bir kalemde silmemek ve tümüyle haksızlık etmemek için belirtmek gerek: İktidarın göz önündeki örnekleri tiksindiriciydi, belki de bu yüzden iktidar sahiplerinin rolünü abarttık. Çünkü itikatımızca iktidar özünde masumdu, o yalnızca kötü ellere geçmişti. Eğer bir gün, evliyalar kadar adil insanlar olan bizlerin eline geçse hak yerini bulacaktı. Kaldı ki bin yıllardır süregelen iktidarları alaşağı edecek devrimci iktidarımız da nihayetinde geçici olacaktı. Her türlü otoriter kavramın başına devrim sözcüğünü ekleyince niteliğinin değişeceği illüzyonuna kapılmıştık bir kez. En rezil diktatörlükler bile devrimci diktatörlük olunca kabulümüzdü. İktidarın diliyle konuştuğumuzun, onun zihniyetiyle davrandığımızın ayırdında bile değildik. O nedenle, aslında hedeflediğimiz şeyin her gün kahrettiğimiz, lanetler yağdırdığımız zulmün yeni ve basit bir karikatürü olacağını söyleselerdi bize, bunu düşmanlarımızın yaydığı en büyük iftiralardan biri sayacaktık. Çünkü hayallerimizi süsleyen eşitlik ve özgürlüktü, temel arzumuz buydu, hâlâ da bu. Dilimiz, lafzımız ne söylerse söylesin biz esasen insanın insanı yönetmediği, herkesin eşit ve özgür olduğu bir dünyayı istiyorduk. Ama ne ilginçtir ki, bizi bu hedefimizden alıkoyan güç, karşı durduğumuz tahakküm aygıtı değil, öncelikle kendi devrim programlarımızdı. Baskı ve zulüm değil, ancak bir program yolumuzdan alıkoyabilirdi bizi. İşte o programın bir adı devrimse öteki adı da çağdaş uygarlık ya da kalkınma ve modernleşme projesiydi.

Bağımsız sosyalist Kürdistan serüvenimizin henüz çok başlarındaydık. Bilmeyenler de olacaktır elbet, ama çoğumuzun gayet iyi bildiği bir gerçeği hatırlatayım. Çok değil daha otuz yıl öncesine kadar Kürdistan halkının çoğunluğu köylerde yaşardı. Etnik çeşitliliği ve yaşam canlılığıyla kırların, dağların doğasına uyumlu bu toplum, enerjiyle, makineyle, ticaretle, yazıyla çiziyle işi olmayan ender topluluklardandı. Adına, ilerleme, kalkınma, teknolojik gelişme ve bilgi çağı denilen musibet, devrim ve özgürlük kılığına girmek suretiyle dağların koynundaki kürdü, yaban kırların sınırsız, zamansız başına buyruk yaşamından alıp kentin ticaret nesnesi haline getirdi. Aslında dünyanın çoğu yerinde yaşanan bu hikâyenin bizdeki özeti de denebilir buna. Şu son çeyrek asırda ister gönüllü ister zorla olsun Kürtler kent yaşamının modern esaretine alındılar. Kentte sistematik eğitimin, medyanın, zorunlu çalışma ve programlanmış zamanın kural ve disipliniyle bambaşka bir tahakküme maruz kaldılar. Ne hazindir ki, dağların, kırların bu özgür insanı yalnızca dilini ya da ruhsal dünyasını değil, rengârenk tabiatı, doğayla bütünlüğünü ve buna bağlı olarak psikolojik ve bedensel uyumunu da yitirmiş oldu. O, şimdi uçarı doğasıyla birlikte tüm yaşam enerjisi alınmış, çağdaş akılcı kent sisteminin bir an önce başından atıp kurtulmaya çalıştığı bir sigorta yükü ya da anlamsız bir emek posasından başka bir şey değildir. Oysa Kürtler ne kadar da dağlara yakışıyordu. Peki, bu beton, metal ve plastik uygarlığının esir aldığı bir kürdü hayal edin; şu gri nesneler dünyasına mahkûm yaşamında derinden gelen ağır öksürüklerle envai çeşit ilacın ölümcül etkisindeki bu umutsuz hasta, kimya endüstrisinin somut kârından başka ne olabilir? Nihayet huzurevlerinin ıstırap dolu yalnızlığının ardından şefkatsiz iki görevli tarafından vefasız ve merhametsizce bu dünyadan uğurlanacak bir Kürt tipinden bahsetmek kadar düşmanca bir şey olamaz. Elbette bu düşmanlık hiçbir topluma, hiçbir insana reva görülemez. Fakat kökleri hâlâ dağlarda olan Kürtlerin bunu bir ölçüde de olsa kendilerine reva görmelerini ise aklım almıyor doğrusu. Halbuki Kürt toplumunun gözden kaçırmaması gereken nokta, kendi dağları dışında dünyanın herhangi bir yerinde yaşayamayacağıdır. Kürtlerin biyolojik varlıklarını sürdürmelerinden söz etmiyorum bunu her yerde yapabilirler, ama binlerce yıllık yaşam tarzlarını ancak ve ancak kendi doğal ortamlarında yani bu dağlarda sürdürebilirler. İnci kefalinin Gevaş kıyılarında yaşaması, denizalasının Hemşin derelerinde yaşaması gibi bir şeydir bu. Kürtler tıpkı Amerika yerlileri gibi baskının her türüne karşı direnebildiler, ama toplumsal dokularını ayakta tutan doğal ortamı ve yaşam tarzlarını yitirirlerse artık direnebilecekleri bir zeminleri kalmaz.

Hasılıkelam, Kürt toplumunun doğayla bütünlüğünü ve uyumunu bozup onu asimile eden modernleşmenin bizzat Kürt devrimcileri, yazar ve çizerleri tarafından nasıl hararetle arzulandığını, nasıl gafletle alkışlandığını derin bir üzüntüyle izliyorum.

Gazi Bertal

Hiç yorum yok: