ÖZGÜRLÜK VE SÜREKLİ BARIŞ YOLUNDA
ANARŞİZM
Bir Manifesto Denemesi
Ömer Naci Soykan
Sunuş: Tarihin tüm gölgelendirmelerinin söndüremediği bir ışık,
bugün dünyada her zamankinden daha çok parıldıyor. Bu parıltı, insan doğasından
kaynaklanan anarşizmin ışığıdır. Kendi doğamızın bize verdiği ödev, onun önünde
kendi suçumuz olarak bin yıllardır oluşturduğumuz engelleri bir bir kaldırmak,
ışığın sonsuzca yayılım yolunu açmaktır. Bu ödevi gerçekleştirmede bazı tutamak
noktalarını saptamayı amaçlayan bu deneme, anarşizmin manifestosu için tüm
anarşistlerin katkılarını bekleyen bir taslak olarak öneriliyor.
1. Bilim, anarşizm ve
ütopya. Anarşizm anlayışımızın kuramsal
bir temellendirmesi için ilkin bu üç kavramın belli anlamda ilkesel bir
birliğinden söz etmek istiyoruz. Fiziğin en temel yasasının eylemsizlik ilkesi olduğu bilinir. Onun
bir dile getirilişi şöyledir: "Herhangi bir dış gücün etkisinde olmayan
bir cisim, dingin durumda ise dingin kalır, devinimde ise devinmeyi
sürdürür." Bu cümlenin söylediği bir gerçeklik durumu yoktur. Hiçbir etki
altında olmayan bir cisim, ne doğada ne deney koşullarında vardır. Hatta böyle
bir cisim, tasarlanabilir bile değildir; eğer tasarlamadan zihinde oluşturulan
bir olay ya da bir deney betimlemesini kastediyorsak. Eylemsizlik ilkesinin
söylediği durum, ancak yaklaşık
olarak tasarlanabilir ve gerçekleştirilebilir. İlkelerin ideal diye nitelenmesi de daima bunu gösterir. Öte yandan,
Yunanca'da "yöneticisizlik" demek olan anarkhia'dan gelen ve hiçbir yönetimin, hiçbir iktidarın olmadığı
bir toplumsal yaşama durumu diye bilinen anarşizm de bu anlamıyla bir ideal olanı gösterir. Buna göre, nasıl
fizikte eylemsizlik ilkesi tam uygulanamıyor diye onun bu bilimde geçerli
olmadığı söylenemiyorsa, aynı biçimde, anarşizmin ilkesi olarak önerilen yönetimsizlik ilkesi de toplumda tam
uygulanamaz diye onun toplumbilim için geçerli bir ilke olmadığı söylenemez.
Burada da bir yaklaşıklık söz konusudur ve ilke, her zaman olduğu gibi bir ideal olarak görülmelidir. İdeal'in öteki adı ise ütopya'dır;
özellikle toplum için. Yine Yunanca kaynaklı ütopya sözücüğünün Türkçe karşılığı "yok-yer" veya daha
zarif bulduğumuz bir deyimle "yok-ülke"dir. Anarşizmin bu anlamda bir
ütopya olması, kendisine doğru gidilen ve bu gidiş yolunu aydınlatarak burada
yol almayı olanaklı kılan bir ide
olması demektir.
Anarşizm ile komünizm
arasında göz önüne koydukları insanlık durumu bakımından temelde bir ayrım
yoktur.
Eylemsizlik ilkesinin dile gelişinde ve komünizm-anarşizm
tanımlarındaki ortak yönün dilbilgisisel açıdan bir göstergesi şuradadır:
Üzerinde hiçbir etkinin olmadığı cisim tanımı ile hiçbir sınıf çelişkisinin, ezenin ezilenin olmadığı, insanın insanı sömürmediği,
insan üzerinde hiçbir baskının olmadığı komünizm ve anarşizm
tanımlarındaki olumsuzlamalar. Nasıl ki fizikte vuku bulan şey cismin üzerinde
etki olması ise, aynı biçimde toplumsal dünyada var olan şey de ezme, sömürme
ve baskıdır.
Fizik bilimindeki ilke ile anarşizmi erekleyen toplumbilimdeki
norm, işlev bakımından bir karşılıklılık göstermiş olsalar bile bu iki alanın
birbirinden ayrı olması dolayısıyla, bilimsel ilke ile toplumsal norm birbirine
karıştırılmamalıdır, birincisi diğerine indirgenmemelidir; toplumsal norm'a
"toplumbilimsel ilke" denilse de bunun fiziksel ilkeden ayrılığı gözardı
edilmemelidir. Fiziksel gerçekliğe yönelik ilkenin hiçbir ethik kaygıyı
taşıması söz konusu olmazken, norm insan toplumunun düzenleyici ilkesi olmakla ahlâksal bir anlama sahiptir. Öte yandan
ahlâksal normların, değerlerin daima bir ideal
olanı dile getirdiği anımsanmalıdır. Hatta ideal sözcüğünün anayurdu ahlâk ülkesidir.
Tanımladığımız anarşizmin Marx'ın gerçekleşecek bir gelecek
durumu olarak önerdiği komünizmden bir ayrımı, onun böyle bir gerçeklik
(realite) durumu değil, fakat kendisine adım adım yaklaşılmakla birlikte daima
idealitesini koruyan ve insanlığın önünde sonsuz bir ödev olarak duran bir
ütopya oluşudur. Unutulmasın: ütopya, gerçekleşirse yok olur. Bu anlamda
anarşizm, Aydınlanma'dan bazı düşünceleri ödünç alır. Bu düşünceler, özellikle,
aydınlanmayı insanın erginleşmesi, özgürleşmesi yolunda sonsuz bir süreç olarak
gören, sürekli barış için orduların ortadan kalkmasını öneren Kant'ın bu ve
benzeri görüşleridir. Bu konuda şimdilik, şuncasını söylemekle yetinelim: Biz
anarşizmi insanlık tarihinin gidişi yönünde arıyoruz. Bu gidişi, birdenbire,
tek bir devrimle tersine çevirmeyi amaçlayan nostaljik-romantik bir düşünce
olarak anarşizmden kendimizi uzak tutuyoruz. Bu tutum, bizi ilerleme
düşüncesinden vazgeçmeye mecbur etmemekte ve dolayısıyla bilimin, sanatın,
felsefenin, tarihin sonu gibi safsatalara varmaktan da korumaktadır.
Anarşizmi daima bir ütopya olarak düşünmemizin kuramsal bir
yararı şudur: Belki gelecekte toplumsal pratiğin çözümleyebileceği bazı
güçlükler, çözümlenemez gibi görünen bazı sorunlar şimdiden kuramsal düzlemde
karşımıza çıktığında, anarşizmin insanlık için sonsuz bir ödev olduğunu, bizim
onun içinde değil, daima yolunda olacağımızı söyleyerek kendimize haklı bir
savunma biçimi buluruz. Anarşizmin bir ütopya olması, onun gerçeklikle ilgili
olmadığı anlamına gelmez. Gerçeklik, yaşanan sürecin kendisidir, ütopyaya giden
aydınlanma sürecinin kendisi. Bu süreç hiçbir zaman ertelenecek bir şey
değildir; yani onu biz değil de bizden sonrakiler yaşayacaktır gibi bir düşünce
savunulamaz. Bu süreç sonsuzdur; çünkü onun önünde ütopya daima olacaktır.
O halde ilk soru, burada kendini gösteriyor:
2. Nasıl Bir Ütopya İstiyoruz?
Bu soruyu şimdilik yalnızca ilkesel olarak yanıtlamak
durumundayız.
Hiç kimsenin hiç kimseyi baskı ve egemenliği altında
tutmadığı, ezmediği, sömürmediği bir dünya! Ekonomik, dinsel, hukuksal,
kültürel hiçbir yaptırım ve zorlamanın olmadığı bir yaşama biçimi. İnsanın
kendisine, başkasına ve doğaya yabancılaşmadığı bir toplumsal yapı. Kimliksel
çeşitliliklerin kişiliği yok etmediği, tersine zenginleştirdiği insan tekini,
bir yerdeki ve her yerdeki insanı; ne yöneten, ne yönetilen, ama yaşamı
paylaşan insanı; kimseyi yargılamayan, kendisini kimsenin yargılamasına
bırakmayan, ama kendi kendisini yargılayan, kendi yaşamını ele geçiren özgür
insanı içinde barındırabilecek bir ütopya!
3. Niçin Ütopya?
İnsan için dünyada yaşama hakkının dışında özgürlükten daha
değerli hiçbir şey yoktur. Hatta bazıları için özgürlük, yaşama hakkından bile
önce gelir. Biz böyle bir öncelik inancına saygı duyuyor olmakla birlikte,
anarşizmin bütün insanlarca paylaşılabilir olması için, bunu ön koşul olarak
varsaymıyoruz. O halde insan için istenebilir olan her şeyi, yaşama hakkından
sonra gelen en genel kavram olarak özgürlüğün altına koyuyoruz. Bunun anlamı
şudur: Bu "her şey"in içindeki her bir şey, sırasında özgürlük adına
feda edilebilmelidir. Ama elbette onlar, özgürlükle yanyana gelebilecekse,
onlardan vazgeçmenin de anlamı yoktur. Biz yaban yaşama geri dönüşü önermiyoruz.
Vazgeçmenin bir ölçüsü, özgürlüğe zarar vermek ise diğeri şudur: Bugün sahip
olduğumuz ve daha gelişmişlerine de belki yarın sahip olacağımız yaşam
araçlarının, daha sonraki bir geleceği yok edeceği bugünden biliniyorsa,
insanlığın geleceği adına onlardan bugün vazgeçebilmeliyiz. Böyle bir özveride
bulunamayacak kadar vurdum duymaz olamayız. Ya da "hele o zaman gelsin,
bir çaresine bakılır" tarzında bir aymazlık ve kısır görüşlülük içinde
olamayız. O zaman geldiğinde çare de kalmayabilir.
Hiç kimse, kendisi için bir özgür olmayış durumunu istemez.
İnsan, kendisine layık gördüğü özgürlüğü bütün insanların hakkı olarak da
görüyorsa, ancak o zaman özgürlüğe layık olur. Ve o, kendisinin yapmak
istemediği bir şeyi başkasından bekleyemez. İnsan ancak bütün insanların özgür
olduğu bir dünyada özgür olabilecekse, bunun adının anarşizm veya başka bir şey
olmasının önemi yoktur.
Var olan toplumsal düzenlerin bozuk olduğu, insanların
mutluluğuna hizmet etmediği olgusu karşısında Platon'dan beri birçok düşünür,
ideal bir toplum düzeni tasarlamıştır. Anarşizm, bu idealin dayanağı olan, var olan düzenlerin haksız
olduğu kanısını paylaşmakla birlikte onlar gibi her bir ayrıntısı önceden
belirlenmiş bir düzen biçimi önermemekle onlardan temelde ayrılır. Çünkü
anarşizm, bütün düzenlerin haksız ve insana aykırı olmaktan uzak duramayacağını
bilir. Düzenin olduğu her yerde bir düzenleyen-düzenlenen, yani
yöneten-yönetilen çelişkisi ve buna bağlı olarak ezen-ezilen, sömüren-sömürülen
vb. zıtlıkları kaçınılmazdır. O halde hedef düzenin kendisi olmalıdır.
Anarşizmin düzenin karşısında kaos'u savunması, insanların birbirinin boğazına sarıldığı bir
karmaşadan yana olması anlamına gelmez. Tam tersine o, insanlar üzerinde hiçbir
düzen baskısı ve örtüsü olmaksızın insanların birlikte yaşayabileceğine inanır.
Düzenin olmama durumunun olanaksızlığı eleştirisine karşı temel yanıt, insanın
özündeki masumlukta, yani insan doğasında
bulunmakla birlikte, bunu destekleyen başlıca bir dayanak şudur: düzenleyen-düzenlenen, biçim-öz, iç-dış
ayrımının ortadan kalktığı saydamlaşma durumu: kaos'un kristalizasyonu. Toplumun düzen örtüsü parçalandığında,
içindeki bireyler kristalize olmuş
olarak dışarı çıkarlar. Doğanın yarattığı bir nesne olan kristal, insanın,
insansal-toplumsal yapıların tıpkı bir kristal gibi saydam olması, iç-kabuk
ayrımının ortadan kalkması, bu kristallerin içinde saklamayı gerektirecek bir şeyleri
kalmaması düşüncesini bize esinlemiştir. Her biri sanki bir kristal gibi olan
bu insanların birbirinin kopyası olacakları burada söylenmiyor. Onlar özü sözü
bir, içi dışı bir olmaları bakımından saydamdırlar; ama her biri elbette ayrı
renklerde, tonlarda ve biçimlerdedir. Kaos, mutlak düzensizlik değildir. Zaten
düzen de mutlak değildir. İnsanların kaos durumunda da olsa birarada bulunuşu,
eğer yine de düzen diye adlandırılacaksa, o zaman bunun kendiliğinden olduğu, bu nedenle baskıcı olmadığı söylenmelidir.
Düzenleyen-düzenlenen ayrımı olmaksızın düzenin kendiliğindenlik kazandığı ve baskıcı olarak ortadan kalktığı böyle
bir durum, kaos'tan başka bir şey değildir.
Böyle bir yaşama tarzını istemeyecek bir tek kişi bile dünyada
var olamaz. Ama bazıları bunun olanağı konusunda kuşku duyabilir, böyle bir
yaşama durumu olanaklı mıdır diye sorabilir. Şimdi bu soru, ilkin kuramsal
düzeyde yanıtlanmalıdır.
4. Ütopyanın Olanağı
Küçük yerleşim birimlerinde, insanların birbiriyle az ya da
çok tanış olduğu yaşam alanlarında, patolojik durumlar dışında "suç"
denebilecek eylemlere rastlanmadığı, bu yerlerde başgösterebilen
anlaşmazlıkların yine bu tanışıklık yoluyla giderilebildiği bilinen bir
gerçektir. Suç, belli bir yaşam biçiminde ortaya çıkar. Bu olgu, insanın doğal
bir masumluğa sahip olduğu savına haklılık verir. Temelini insanın doğal
masumluğunda bulan düzen olmaksızın yaşama olanağını gerçekleştirmek, insandan
bağımsız değildir. İnsan isterse bunu başarabilir. Yaşamımız bizim elimizdedir.
Toplumsal bir kuram, fiziksel bir kuram gibi, kuramı savunanların dışındaki
şeyin, nesnenin kendisine bağlı değildir. Burada nesnel doğruluk değil, kuramın
haklı çıkarılması söz konusudur. Toplum üstüne olan kuramların haklı
çıkarılışı, insana ve topluma bağlıdır. Toplumsal dünyada "eşyanın
tabiatı", fiziksel nesnelerin doğası gibi bizden bağımsız değildir. Doğa
nesnelerinin bilgisi, onların nasıl bir yapıda olduğunu açıklamayı amaçlar.
Oysa insana, topluma ilişkin bilginin kendi nesnesi karşısındaki konumu
farklıdır. Toplum şöyledir, böyledir demekten çok, onun şöyle şöyle olması
gerektiğini, insanca ve haklı gerekçelerle kuramsal olarak ortaya koymak ve
bunu yaşama geçirmek, yalnızca toplumbilimsel bir sorun değil, fakat aynı
zamanda insanlığımızın önümüze koyduğu bir ödev olarak görülmelidir. Bu ödev,
ancak doğru bir eğitimle gerçekleşir. İnsanlığımız doğamızdan çıkar, eğitimin
içinde yer aldığı kültürle beslenir, göverir ve biçim kazanır; ama aynı
kültürle de kötürümleşebilir. O halde burada ortaya çıkan soru, doğru bir
eğitim için nasıl bir kültür sorusudur.
5. Nasıl Bir Kültür?
İnsan, kuşkusuz hayvan gibi yalnız doğal varlık değildir. Onu
hayvandan ayıran, onun kendisinin ortaya koyduğu ve kendi oluşumuna kattığı tüm
başarılar, "kültür" ana başlığı altında toplanır. İnsan kültürün
yalnızca yaratıcısı olarak kalmaz, aynı zamanda onun taşıyıcısıdır da. Tarih
süreci içinde oluşmuş insan, bu oluşumda bu sürecin maddi-manevi tüm mirası
olan kültür giysisini üstüne geçirmiştir. Ancak bu aynı kültürün, insanın
doğadan ve kendi doğasından kopmasına da yol açtığı bilinen bir gerçektir. Bir
yere kadar insana hizmet eden kültürel etmenlerin bir yerden sonra insana zarar
verdiği açıkça ortadadır. Fakat insanın doğasını örten bu kültür giysisi,
kolayca çıkarılıp atılabilen salt bir giysi de değildir. Onun bıraktığı bozucu
etkilerden insan doğasını kurtarmak hiç kolay değildir; ama olanaksız da
değildir. Öyleyse kültürün bu bozucu etkilerinden insanın kendini arıtması ve
onlardan korunması gerektiği de kabul edilmelidir. Bunun için de yeni bir
kültür biçimi oluşturulmalı, yeni bir eğitim tarzı gerçekleştirilmelidir: kültüre karşı kültür.
İnsan, kendi doğasındaki yetileri orada keşfedebilmesi için de
felsefe, bilim, sanat gibi yine kültürün ürünlerine başvurması gerekir. İnsan
doğasının tanınması yine de kültür yoluyla olur. Ama insan doğasını örten, onun
üzerinde bir kabuk olarak insanı koflaştıran bir kültürle değil. İnsanın doğal
yetilerini onun zararına kullanmasına yataklık ederek geri tepen bir silah
olarak kendini insanın kullanımına veren bir kültürle de değil. Birinci durumda
insan miskinleşerek; ikinci durumda kendi güçlerini doğaya ve kendine karşı
kullanarak doğaya, kendine yabancılaşır. Günümüz dünyasında kültür, daha çoğu,
insan için bu ikinci tehlikeyi göstermektedir. Kültür, doğal yetileri açıp
geliştiren ve onların bir uzantısı olarak iş gören bir oluşum olarak
yararlıdır. Bu da beden-ruh bütünlüğünün kurulması ile olanaklıdır. Kültürün
birinci tehlikesi diye gösterdiğimiz insanın miskinleşme durumu, ruhu bedenden
sanki ayırarak bu bütünlüğü bozar. İkinci tehlike de aynı bütünlüğü beden
lehine bozar, insanı salt bedensel varlığa indirgeyerek. Her iki durumda da
insan ve kültür hastadır. Hem ruh hem beden için sağlıklı olma, dengede olma
demektir. Ruh-beden bütünlüğü dengede olma ile sağlanır. Bu denge durumu, aynı
zamanda iyi durumda olma, mutlu olma demektir. Dengeli ruh-beden birliğini bize
kazandıracak sağlıklı bir kültür ufku içinde olmak, doğru bir eğitim için
vazgeçilmez koşuldur. Yararlı, sağlıklı kültür ve iyi eğitim, içinde
olabildiğince mutlu insanların bulunduğu bir toplumu oluşturur. Toplumun
mutluluğu, her toplumsal kuramın ereğidir.
Dünyaya yabancı, doğayı sömüren bir kültürde insanın doğasına
uygun olarak eğitilmesi olanaklı değildir. Ne insanı ham içgüdünün, iştihanın
güdümüne sokan, yaşamın akışına yön verecek kanallardan yoksun, biçimsiz, kör
istence tutsak eden bir kültürde ne de yaşamı gözardı eden, insan doğasına
aykırı kurallar altında yaşamı kansız, dermansız bırakan başka bir kültürde insan, ruh-beden bütünlüğüne
sahip olabilir. İnsanın varlık bütünlüğünü kazandığı bir kültürde ancak
öz-güveni olan, kendini yargılayabilen, kendi yaşamına söz geçirebilen insanlar
yetişebilir.
Yaşamımızın akışını dilediğimiz yöne çevirmek bize bağlı
olduğu gibi, tüm insanlar için iyi olduğundan kimsenin kuşku duyamayacağı böyle
bir ideali paylaşacak insanları yetiştirmek de kendi elimizdedir. O halde
eğitim, toplumsal kuramın haklı çıkarılması için en etkili araçtır. Buna göre
böyle bir ütopyanın ardında olacak insanın bugünün koşullarında nasıl
yetişeceği sorusu ilkin yanıtlanmalıdır.
6. Nasıl Bir Eğitim?
Eğitim, kültür içinde biçimlenir. Her kültür kendi insanını oluşturur;
insan da kültürünü. Nasıl bir eğitim, nasıl bir kültür sorusu, önünde sonunda
nasıl bir insan sorusunda birbirine
bağlanır. İnsanın çekirdek halinde doğal olarak sahip olduğu yetilerinin
onun doğasına uygun biçimde gelişmesi, bu doğayı bozmayan bir kültür çevreninde
uygulanabilecek bir eğitim tarzı ile ancak olanaklıdır.
İnsanların hiçbir yaptırım olmaksızın bir arada insanca yaşayabileceği inancı, bu
inancın yaygınlaştırma çabası olan
eğitimle gelişir. Bu çaba anarşistin öncelikli ödevidir. Anarşist, insanlığa
güveni sarsıcı etkiler altında kalan insanın bu etkilerden arınmasını erekler. Asıl aydınlanma,
bu arınma etkinliğidir. Eğitimin anarşizme varmada gerekliliği, başlıca bir
haklı temelini de şurada bulur: Yukarıda (3.)
toplumun örtüsünün, düzenin parçalandığında onun içindeki insanların kristalize
olarak dışarı çıkması gerekliliğini savunmuştuk. Ancak böyle bir saydamlaşma
durumuna tarih boyu kirlenmiş insanın kendiliğinden varacağı beklenemez. Eğitim
insanın bu doğasına dönüşünü hazırlamalıdır. İnsanın doğaya ve kendi doğasına
yabancılaşma sürecinde önemli bir rol oynamış olan, yaşamı kendi doğal
koşullarından yalıtılmış, dar bir çerçevede, sıkıcı, baskıcı kurallar altında
öğreten okul eğitimidir. Öyleyse doğaya dönüş de böyle bir okul eğitiminden
vazgeçilip, yaşamın kendi doğal akışı içinde gerçekleştirilecek bir eğitim
tarzıyla olanaklıdır. Bu, gerekirse yine "okul" adını alacak
kurumlarda olsun, artık farketmez. Sorun, "okul" adında değil, bu
adın gösterdiği kurumun nasıl yapılandığındadır. Bilgi, yaşamın hizmetinde
olmak koşuluyla kurumlarda da edinebilmelidir.
İnsanın tarihsel oluşumu süresince doğası üzerine bulaşmış kirlerden kendini arıtması ve aydınlanması,
ancak kendi kendisinin sayesinde olur. Başkası tarafından sözümona aydınlatılmış
insan, başkasının vesayeti altında kendi erginliğini yitirir. Ama bu, insanın
hiçbir eğitime muhtaç olmadan doğasına uygun biçimde yaşayacağı anlamına
gelmez. Eğer onu doğasından uzaklaştıran güçler onun üzerinde etkili olmasaydı,
kuşkusuz o zaman o bu doğal durumda yaşayabilirdi. Ama olan olmuştur; insan
kirlenmiştir. Kaldı ki bu "kirlenme" de yine bir gelişmeyi,
ilerlemeyi gösterir. Eğer insan hiç kirlenmeseydi, yani kültürü yaratmasaydı,
bu doğal durumunda o hayvandan farksız olurdu. O halde şimdiki ödev, insanın
doğru bir eğitimle temizlenmesini, arınmasını sağlamaktır. Böylece oluşacak
yeni insan, "doğal durum"daki yaban insana bir geri dönüş
olmayacaktır. Bu yeni insanı, başka bir deyişle anarşisti oluşturacak bir
eğitimin nasıl olacağı sorusu, burada yine ilkesel olarak yanıtlanacaktır. Bu
ilkelere uygun teknikler pratikle geliştirilebilir.
Böyle bir eğitimde sakınılacak ve benimsenecek tutamak
noktalarını şimdilik madde madde sıralamakla yetiniyoruz:
-Doğaya dönük, doğal yeti ve güçleri birlikte geliştirmeye ve
yaratıcılığa yönelten;
-yalıtılmış, yapay çevrelerde, baskıcı kurallar altında değil,
yaşamın doğal akışında insanı
geliştiren;
-yaşama zarar veren bilgiden uzaklaşan, bilgiyi yaşamın
hizmetine sokan;
-yaşamı onaylayan, yaşamı güdükleştirmekten sakınan;
-insanın yalnızca bir yönünü, bir yetisini geliştirip, geri
kalan yönlerini kötürümleştiren uzmanlaşma yerine insanın varlık bütünlüğünü
sağlayan;
-doğru-iyi-güzel birliğini erdemli yaşam ve bilgelik yolunda
isteyen;
-kültürün zararı ve yararını görebilen;
-gerek coğrafi, gerek tarihsel-toplumsal-kültürel koşullardan,
gerekse bireysel doğal ayrımdan gelen her türlü kimliksel ayrılıkları kişiliğin
yok edilmesine yönelik değil, tersine onun zenginleştirilmesi doğrultusunda
kullanan;
-yöneten-yönetilen değil, fakat birlikte yaşamayı bilen insanı
erekleyen;
-özgürlüğün ancak bütün insanların hakkı olduğunda kendisi
için geçerli olabileceğine inanan, kendi kendisini yargılayabilen, kendi
yaşamını ele geçiren özgür insanı yetiştiren bir eğitim.
Anarşist insanın oluşumunu sağlayacak böyle bir kültür ve
eğitim tarzı, içinde yaşadığımız toplumsal koşullarda hazırlanabilir. Çünkü
belirttiğimiz hususlar, bugünkü demokratik toplumlarda bile savunulabilir ve
gerçekleştirilebilirler.
7. Anarşizm Sürecinde İnsanın Oluşumu
Anarşist insanın oluşumu, ne bir kurgu olarak anlaşılmalı ne
de kendi tarihsel seyrine bırakılarak gerçekleşeceği düşünülmeli. Zaten insan
doğasına aykırı biçimde insanın tarihsel oluşumu da bu doğanın başıboş bir
akışı içinde gerçekleşmedi. Öyle olsaydı, bugün bizim bir anarşizm sorunumuz
olmazdı. Anarşizm, temelini insan doğasında bulmakla birlikte, bu doğanın kendi
haline bırakılarak onun ortaya çıkacağını beklemek hayalcilik olur. Öyleyse
anarşist insanın oluşumu da bazılarını şimdiye dek belirttiğimiz bilinçli
çabaları gerektirecektir.
İnsanın tarihsel oluşumu, devlet, din, kültür, ulus, kimlik
ayrımlarını ve bu ayrımların kaçınılmaz olarak getirdiği düşmanlıkları da
ortaya koymuştur. Bu ayrımlar ve onların sonuçları, sosyo-ekonomik temelde ve
iktidar çatışmaları içinde ortaya çıkmış görünürler. İnsanın yaşam için araçlar
kullanması ve bunları geliştirmesi, başka bir deyişle kültürün maddi yönünü
oluşturması, böylece tarihin başlaması, ilkin devlet kurması yoluyla
gerçekleşmiştir. Bunun insan için ilk olumsuz sonucu, doğal özgürlük durumunun
bozulması olmuştur. Tarihsel süreç içinde gerçekleşmiş olan, insanın özgür
olmayış durumudur. İnsanın tarihi, onun üstüne kurulan egemenliklerin
tarihidir. Bu tarih, kölelikle
başlar. Köle edinmenin bir yolu olan, savaşta canına karşılık bağışlanan
bedenin mülk edinilmesi, bir can-ten ayrımında temelini bulur. Böylece mülk
edinilen bedenin başkalarına satılması ve bu alım-satımda bedenin asıl
sahibinin hiç söz hakkı olmaması, onu tam anlamıyla bir "doğal meta"
haline sokar. Köleci devlet, insan üstüne kurulan egemenliklerin ilk ve en
baskıcı, en acımasız biçimidir. İnsanın doğal meta oluşunun ikinci adımında,
feodalizmde de insan işlediği toprakla birlikte alınır-satılır konumunu korur. Ama onun
üstündeki iktidarın ona mesafesi, ilk durumda olduğundan daha fazladır. Bu,
onun görece daha rahat soluk almasına yarar. Üçüncü adım olan kapitalizmde ise,
bedenin yerine, onun bir ürünü olan emeğin satın alınabilirliği durumunda söz
konusu can-ten ayrımı, emekleşmiş beden-ruh ayrımı biçiminde kılık değiştirerek
sürer. Ama burada önemli bir aşama kaydedilmiştir: bedenin yerine onun ürünü.
Bu da bir özgürleşme sürecinin göstergesidir: serflerin hukuksal özgürlüğe
kavuşması ve proleterleşmesi. Gelecek için öngörülen, emeğin de alınır-satılır
olmaktan çıkmasıyla insanın bir ruh-beden bütünlüğü olarak özgürleşmesi umudu
böylece geçmişten çıkarılmış olur. Bu toplum sistemlerinin bu ard ardalığı
burada bir tarihsel zamandizimi olarak değil, birer kategori olarak ele alındı.
Bu sistemlerin insan özgürlüğüne doğru gidiş yönünde sıralanması, geçmişte
insanlık tarihi bakımından daima düz bir çizgiyi izlemediği gibi, böyle bir
çizginin gelecek için de kendiliğinden gerçekleşeceği söylenemez. Ama
insanlığın gelişme, ilerleme düşüncesinden vazgeçmek istemeyeceğine olan ortak
inanç ve bu yönde yapılacak katkılar, bizi gelecek için iyimser kılar.
Anarşist insanın oluşumu, her şeyden önce, zihinsel bir
devrimi gerektirir. Kültüre ve eğitime bunca önem vermemiz, onların zihinsel
devrimin hazırlayıcıları olmasındadı. Ancak kuşkusuz böyle bir devrim, onun
ortaya çıkabileceği yaşam koşullarını da ön-gerektirir. Ama yaşam koşulları
buna hazır değilse, o zaman ne yapılacaktır? Burada çözülemez bir paradoks
yoktur; fakat bir döngü vardır. Bu döngünün kırılması için, önünde sonunda yine
bireye, kendisini ortaya çıkaracak koşullar henüz oluşmamışken kendisi erken ortaya çıkan, aydınlanmış bireye,
entelektüele, öncü anarşiste iş düşecektir. Devrimin ilk ateşçileri onlardır.
Devrimler daima ateşçileri gerekser. Bu ateşçiler arasında filozoflar,
sanatçılar, bilim insanları, her meslekten aydınlar yer alır.
Anarşist insanın oluşumu için bir ön-gereklilik olarak öne
sürdüğümüz "zihinsel devrimi" tüm dünya insanları için ön-görmekle
birlikte, onun bir siyasal devrim gibi birdenbire olmayacağını söylemek
bile fazladır. Kafaları değiştirmek, yönetim biçimlerini değiştirmek kadar
çabuk olmaz. Ama elbette bu sonuncusu, kafaların değişmesini
hızlandırabileceğinden siyasal devrimlere de gerek duyulabilir. Devrimin evrim
içinde sürekliliği ilkesi göz önüne alındığında, süre giden devrimlerin
bütününün evrimin kendisinden başka bir şey olmayacağı anlaşılmış olur.
8. Anarşizm Yolunda
Başlıca Engeller: Kapitalizm ve Teknoloji
Bugün insanın ve dünyanın karşı karşıya olduğu önemli bir
sorun kirlenme'dir. Bu da biri
tinsel-kültürel, diğeri fiziksel olmak üzere ikiye ayrılır. Şimdiye dek ele
aldığımız birincisi kültürel kirlenmeydi, insanın doğrudan doğruya kendisinin
kirlenmesiydi. Ama kültürleşme, aynı zamanda insanın insanlaşma sürecidir.
Tarih böyle başlar. Fakat kültürleşme, gelişmesinin bir evresinde tinsel
kirlenmeyi, daha sonraki bir evresinde ikinci tarzdaki fiziksel kirlenmeyi,
yani çevre kirliliğini getirdi. Bu dönemin başlangıcı, sanayi devriminin
gerçekleştiği ve teknolojinin asıl anlamda ortaya çıktığı 17. yüzyıldır.
Kapitalizmin güçlenmesi de bu evreye rastlar. Demek ki teknoloji, sanayi
devrimi ve kapitalizm, belli bir ekonomik-siyasal sistemin temel üç yapı taşı
olarak birlikte oluşmuştur. Bu sistemin bir bakımdan düşünce düzleminde
meşrulaştırılması olarak görülebilecek olan Aydınlanma da bu dönemi hemen
izleyen 18. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Aydınlanma'nın, daha doğrusu Fransız
Aydınlanması'nın en özgün düşünce hareketi olarak görülebilecek olan Fizyokrasi
de bireyi temel alan, mülkiyetle
özgürlüğü özdeşleştiren ekonomik bir ekol olarak aynı çağın üründür.
Demek ki, burada bir manifesto denemesinin elverdiği sınırlar
içinde, tarihsel olarak birlikte oluşmuş olan teknoloji ile kapitalizmin
aralarındaki ilişki kirlenme ve iktidar açısından daha yakından
incelenmelidir.
İnsan kendi yaptığı ve geliştirdiği araçları kullanmasıyla
kültürü yaratmıştı. Ama bu süreç, aynı
zamanda insanın doğal olandan uzaklaşması ve bu uzaklaşmanın bir anında doğaya
ve giderek kendi doğasına yabancılaşması sonucunu doğurdu. Bu yabancılaşma
kültür aracının (silahının) bir geri tepmesidir. İnsan, nesneler üzerinde ve
genellikle doğa üstüne egemenlik kurmak amacıyla ilkin tekniği daha sonra da
teknolojiyi yarattı. Doğa nesneleri ve güçleri, onlar fiziksel-kimyasal bir
dönüşüme uğratılmaksızın doğrudan doğruya insan yararına kullanılmakla teknik
ortaya çıkmıştı. Bu durumda bir çevre kirliliği sorunu yoktu. Çünkü araçlar,
kullanılan nesneler doğaldı; eşdeyişle, onlar yapısal değişikliğe
uğratılmamıştı. ve doğaya bırakılan artıkları doğa çözmekte bir güçlükle karşı
karşıya değildi. Ama teknolojik ürünler böyle değildir. Örneğin bir pet
şişesini, yani doğada olmayan, yapay olarak oluşturulan plastiği doğanın
ayrıştırabilmesi için 400 yıla gerek vardır.
Tekniğin, ondan çok daha fazla olarak teknolojinin doğurduğu,
anarşizm için başka bir temel tehlike de iktidardır. Teknik veya teknolojiyi
oluşturmak, iktidar üretmenin kendisidir. Bu yolla biçimlenen insan
ilişkilerinin ve insan-doğa ilişkisinin iktidarlar üretmesi kaçınılmazdır.
Örneğin bir teknik ürün olan su değirmeninin oluşturduğu iktidar ile, bugünün
koşullarında basit de olsa yine teknolojik bir ürün olan un fabrikasının
ürettiği iktidar arasında yalnızca nicel bir ayrım vardır. İkincisi birincisine
oranla daha çok güç ve iktidara neden olur. Demek ki teknik kirlilik sorunu
yaratmamakla doğayla uyum sağlayabilir, ama iktidar üretmekle aynı uyumu
toplumsal ilişkide kuramaz. Teknoloji ise her ikisine aykırı yönde gelişir.
Doğa üstüne gittikçe daha etkin biçimde
egemen olan teknoloji, bu yolla insanlar üzerinde daha güçlü bir iktidar için
gerekli kavram ve araçları da ortaya koymuştur. Ancak burada da insan üstüne
doğrudan iktidar oluşturan despotik yönetimlerden farklı olarak teknolojik
iktidarın hükmettiği insanlarla kendisi arasında bir mesafenin oluştuğu
gözlemlenmelidir. Bu mesafe, kapitalist toplumda üretim güçlerini elinde tutan sınıfların
dışında kalan büyük kitleye iktidara ortak olma olanağını da verir. Bu tıpkı
yukarıda (7.) kölelikten feodaliteye
geçişte iktidar ile insanlar arasında ortaya çıktığını gördüğümüz mesafe
gibidir. Üstelik buradaki mesafenin oradakine oranla çok daha geniş olduğunu
söyleyebiliriz. Çünkü burada işin içine burjuva tarzında da olsa bir de
demokrasi girmiştir. Böylece sivil örgütlenme, kapitalist iktidar istese de
istemese de onun zorunlu sonucu olarak onun iktidarına ortak olur. Demek ki
insanın özgürleşme süreci artarak ilerlemektedir. Fakat burada şüphesiz bir
iktidar ortaklığı söz konusudur, iktidarın ortadan kalkması değil. Ama yol
açılmıştır. İktidar bir gün tümüyle ortadan kalkacaksa ilkin onun olabildiğince
çok kesimlerce, kişilerce paylaşılması gerekir. İktidar ancak bölüne bölüne
ortadan kalkar. Yine unutulmamalıdır ki, anarşist hareketler, az gelişmiş
kapitalist toplumlara oranla gelişmişlerde kendilerine daha rahat oyun alanları
buluyorlarsa, bunu elbette haklı olarak beğenmedikleri bu burjuva demokrasine
borçludurlar.
Kapitalizm, bilindiği gibi, ekonomik sistem olarak üretim-tüketim-üretim
ekseninde gelişir. Tüketim için üretim gerekli olduğu kadar, üretim için de
tüketim gereklidir. Çünkü pazar sınırlıdır, üretimi sürdürmek ancak tüketimle
olanaklıdır. Öte yandan tüketim artıklarının yeniden üretime katılması, onların
doğadan ham madde olarak elde edilmesine göre, hem daha masraflıdır, hem de
ürün daha kalitesizdir. Böylece doğa sürekli olarak tahrip edilirken dünya çöp
yığınlarıyla dolar. Peki ama nereye kadar? Buna insanın ve dünyanın bir
katlanma sınırı vardır. O sınır geldiği zaman ne olacak? Teknoloji ve
kapitalizm, böyle giderse, zaten kendi sonunu getirecektir. Uzmanların
hesaplarına göre, bu gidişle, insanlık yeryüzünde üçüncü bin yılı
göremeyecektir. Bedeli insanlık için ödenemeyecek kadar pahalı olacak böyle bir
sonun gelmesini beklemeden şimdiden paçaları sıvamak gerek. İşte anarşizm, bir
varlık nedenini bu somut gerçeklikte bulur.
Peki, kapitalizm ve teknoloji böyle gitmezse, nasıl gider?
Şöyle bir olasılığı göz önüne getirelim: Diyelim ki devletler, aralarında anlaşarak
tıpkı yakın geçmişte ABD ile Sovyetler Birliği arasında bazı silahların
indiriminde olduğu gibi, kapitalist ekonomiyi ve teknolojiyi sınırlandırarak
doğa tahribatını olabilir en aza indirdiler. Ancak böyle bir anlaşmanın
olanaklı olabilmesi için, ilkin tüm devletlerin yaklaşık eşit refah durumuna
gelmesi gerekir. (Bu yaklaşık eşitlik durumu, silah indiriminde de öyleydi ya
da öyle sanılıyordu.) Fakat bugün ciddi ölçüde açlık ve beslenme sorunlarıyla
karşı karşı olan milyonlarca insan varken, zengin ülkelerin onlara "Aman
fabrika kurup doğayı kirletmeyin" ya da biraz daha iyi durumda olan
gelişme sürecindeki ülkelere "Bu kadar yeter, olduğunuz yerde kalın, daha
fazla sanayileşmeyin, bak biz sanayileştik de ne oldu." diyerek onları
ikna etmeye kalkışmaları komik olur. Bu durumda güçlü devletlerin, teknoloji
sınırlamasını diğerlerine zorla dikte etmesi gerekir. Dünyayı kana bulayacak,
sonuçta belki yalnızca eşit güçlü birkaç ülkenin ortada kalacağı, belki onların
da yok olacağı böyle bir savaş olasılığını hiç kimse göze alamaz. Öte yandan
diyelim ki bütün devletler, yaklaşık eşit refah düzeyine eriştiler ve söz
konusu anlaşmayı yaptılar. Bu durum, eğer gelişmiş ülkelerin kendi
istençleriyle diğerlerine yardımla gerçekleşecekse, o zaman bu süre kısa olacağından,
çevre kirliliğinin katlanılabilirlik sınırını aşmayacağını kabul edebiliriz.
Ama bu çok iyimser tahminin, tek amacı kâr olan şirketlerin dünyayı yönetmeye
aday olduğu bugünün koşullarında gerçekleşebileceğini beklemek, doğrusu
safdillik olurdu. O zaman söz konusu yaklaşık eşit refah düzeyini gelişmemiş
veya az gelişmiş ülkelerin kendi çabalarıyla gerçekleştirmesini beklemek
gerekir. Bu noktada şöyle bir itiraz yapılmasın: gelişmemişler olduğu yerde
duracak mı ki ötekiler onlara yaklaşsın? Çünkü gelişmenin de bir maksimumu
vardır. Söz konusu yaklaşma o maksimumda olanaklıdır. Fakat çok çok uzun
süreceği şimdiden belli olan bu süre içinde dünyanın hali nice olacak? Bu
gidişle, güneşin ömrünün dört beş milyar yıl olduğu varsayıldığına göre, en aza
indirilmiş doğa tahribatıyla bile yaşamın sonunu getirecek olan, dünyanın
tümüyle çöplüğe çevrilmesi durumunun çok daha önce olacağı açıktır. Demek ki,
önünde sonunda teknolojiden de teknolojisiz ayakta kalamayacak olan
kapitalizmden de vazgeçilmesi zorunludur. Sorun, geriye dönüş olanaksız olmadan
bu vazgeçme zamanının iyi hesap edilmesindedir. Öyleyse sözü edilen sona
gelmeden, bu gidişe bir çare bulunması, insanlık için savsaklanamaz bir
ödevdir. İnsanlığın, insanlık adına hareket eden anarşizmin bu sonun gelmesine
seyirci kalması düşünülemez.
Çözümlemelerimizden açıkça anlaşıldığı gibi, anarşizmi
uygarlığın tarihsel gidişi yönünde kaçınılmaz bir sonuç olarak görüyoruz. Ama
bu kaçınılmazlığı da "nasılsa öyle olacak" deyip kendi halinde
bırakmak istemiyoruz. Kaldı ki istesek de bırakmanın olanağı yok. Bu süreci
birdenbire tersine çevirecek sihirli bir
formül de yoktur. Keşke olsaydı! O zaman o kadar uzun süre beklemek gerekmezdi.
Ne yazık ki insan, başına musibet isabet ettiği zaman aklı başına geliyor.
Fakat yukarıda sözünü ettiğimiz zihinsel devrimin gerçekleşmesi halinde insanın
daha önce akıllanması olanaklıdır.
Teknoloji, kapitalizm, devlet gibi anarşizmin yolunda bulunan engeller, bizim
dışımızda, karşımızda duran engeller değildir. Öyle olsaydı onların dışında
bulunan biz anarşistler, bir yandan onları dışardan topa tutar, bir yandan
kendi bulunduğumuz yeri berkitirdik. Ama biz bu engellerin içindeyiz. Onları
yıkmamız, onların içinden yürüyerek onları aşmakla olanaklıdır.
Teknoloji, kim tarafından ve nasıl kullanılırsa kullanılsın,
kendi özünde sahip olduğu rasyonelliği önünde sonunda toplumsal kurumlara,
dolayısıyla tek tek insan yaşayışına dayatır. Siyasal iktidarın uzman
kadroların eline geçeceği sonucunu doğuracağı varsayılan böyle bir rasyonellik
durumunun ilk belirtileri bugün batıda görülmektedir. Dünyanın en zengin ve
güçlü devleti ABD'nin başkan ve başkan adaylarının sinema artisti olabilmesı,
bunun çarpıcı bir örneğidir. Ama biz, bazı batılı düşünürlerin (örn. Habermas)
sandığı gibi burada demokrasi adına bir tehlike görmüyor, tersine baştan beri
izlediğimiz düşünce yolu uyarınca, sistemin, onu işleten uzmanlardan da
bağımsızlaşarak bir kendiliğindenlik kazanacağını, iktidarın giderek onu
yönlendiren odaklardan da kurtulacağını görüyoruz. İktidar, hiçbir kimsenin,
hiçbir odağın buyrultusunda olmazsa, artık iktidar olmaktan çıkar; yalnızca
insanlar arası ilişkileri olanaklı kılmayı sağlayan bir düzenek haline gelir.
Böyle bir durum, iktidara ihtiyaç olmayacak bir yaşama biçiminin eşiği olmaktan
başka bir şey değildir. Sistemin kendiliğindenlik kazanması durumunu teknolojik
rasyonelliğin bir sonucu olarak beklemek gerekmez. Biz bu çözümlemeyle sistemin
sonuçta böyle bir duruma varacağını öngördük. Böylece bu sonuç ile iktidarın
ortadan kalkması olan anarşist mücadelenin hedefinin çakıştığını göstermek
istedik.
Teknolojiye hayır!
Bundan kuşkumuz yok. Ama bu "Hayır!"ı nasıl diyeceğiz? Teknolojiye
karşı çıkmamızın temel bir nedeni, onun bizatihi iktidar üretmesidir. Bacon'dan
beri söylene gelen, modern doğa bilimini ve teknolojiyi yaratma amacının doğa
üstüne egemenlik kurmak olduğu masalına kanmamalı. Amaç doğaya değil, insana
egemen olmaktı. Bu, dün de böyleydi, bugün de böyle. Bunu doğulu, despotizmle
doğrudan doğruya insan üzerinde egemen olmakla yaptı; batılı teknolojik
araçları kullanarak yaptı, yapıyor. Birincisinin elinde kırbaç, ikincisinin
elinin altında parmaklarıyla dokunduğu düğmeler. Ama bu farkın insanın
özgürleşme sürecinde gerçekleşmiş önemli bir aşama olduğu da unutulmamalı.
Evet: teknoloji iktidarı üretir; iktidar da suçu. Suçun kaynağı olan iktidar,
bir yönüyle gerçi teknolojinin bir türevidir; ama onun türediği başka yerler de
vardır. Demek ki, iktidarın bir kaynağını (teknolojiyi) yok etmekle iş
bitmiyor. Biri yok edilirse başka biri ortaya çıkar. Teknoloji öncesi dönemde
iktidarın eksikliği mi vardı! Biz teknolojiyi evetlemiyoruz, fakat onunla
savaşımın doğru yolunu arıyoruz. Bu "doğru yol"un kısa olması
gerekmez. Kısadan gidelim derken daha çok dolaşmak da var.
Dünyamızda, birçoğu açlıkla, kötü yaşam koşullarıyla yüz yüze
olan milyonlarca insanın var olması, böyle bir durumda bulunuyorken teknolojiye
karşı olunmasını boş bir romantizm durumuna getirir. Üstelik böyle bir karşı
çıkışın gelişmiş kapitalist ülkelerin yararına, diğerlerinin zararına sonuç
vereceği açıktır. İktidara haklı olarak karşı çıkan anarşizm, sömürgenlerin
aracı ve gerici bir ideoloji olmak istemiyorsa, kendisine yöneltilen bu tarz
bir eleştiriyi, onun sonuç olarak sömürü düzenine yarayan gerici bir ideoloji
olduğu savını gözardı etmemeli, tersine ciddiye almalıdır. Öyleyse, bu
gerçekler önünde anarşist mücadelenin teknoloji karşısındaki tutumu ne
olacaktır? Ereğin belirlenmesi yetmez, ona gidiş yolunun da gösterilmesi
gerekir. Sorunun doğru yanıtı, elbette ancak mücadele pratiğinde bulunabilir.
Ama pratik de hiçbir öngörüsüz yapılamaz. Bu konuda bazı tutamak noktalarını
aşağıdaki bölümlerde göstermeye çalışacağız.
9. Ekonomi
Anarşizmin yumuşak karnı ekonomidir. Çünkü her ekonomik üretim
ve hizmet etkinliği, aynı zamanda bir güç, bir iktidar üretimidir. İnsanın avcı
veya toplayıcı olduğu bir dönemde anarşist veya komünist olmak kolaydır. Çünkü
orada ne meta üretimi ne de ekonomik anlamda hizmet vardır. Öyle bir durumda
maddi yaşamın en aşağı koşullarını vermekle yetinen ekonomik etkinliğin bir
iktidar üreteceği söylenemez. Toplanan ve avlanan nesnelerin uzun süre saklanması olanaklı olmadığından,
bu yolla iktidar oluşturulamaz. Tarımsal üretim biçimine geçilmekle, artık
tarım ürünlerinin saklanması yoluyla iktidar üretimi başlamış olsa gerektir.
Ama iktidarın ekonomik açıdan asıl ortaya çıkışı, meta üretimi ve dolaşımı ile,
genellikle söylendiğinde ihtiyaç fazlası maddelerinin ticareti ile vuku bulmuş
olmalıdır. Para, Marx'ın dediği gibi metadan, meta değişiminden doğmuştu. O, bu
durumda ilkin değiş tokuş için araçtı. Meta üretimi ve ticaret gelişince para
artık araç olmaktan çıkıp amaç oldu. Böylece para sahibi olmak, iktidar sahibi
olmakla eş anlama geldi.
Bugün yeniden bir avcı-toplayıcı yaşam biçimine
dönülemiyeceğine ve de paranın değişim aracı olarak bile kullanılmasından hiç
değilse bir süre daha vazgeçilemiyeceğine göre, anarşizmde nasıl bir ekonomik
yapılanmadan söz edilecektir? Burada temel sorun, paranın kapital ve finans
kapital olmasının ve özellikle bu sonuncusunun günümüzde kazandığı evrensel
gücün nasıl bir gelişme göstereceğinin öngörülmesinde ve bu durum karşısında ne yapılması gerekeceğinin
bilinmesindedir. Üstelik bu yapılacak olan şey, yalnız ethik değil, aynı
zamanda ekonomik olmalıdır. Aksi halde o, hoş ve boş bir dilek olmaktan öteye
geçmez.
Anarşist durumda ekonomik yapının, esasında bir ethik kavram
olan "yardımlaşma" ilkesine dayanacağı kuşkusuzdur. Ama şimdi
insanlık o durumda değildir. Elbette şimdiki anarşist gruplar, ekonomik
etkinliklerini kendi aralarında yardımlaşma ilkesine dayandıracaklardır. Fakat
bizim buradaki sorunumuz, şu andaki dünyanın durumunda ekonomik yapının nasıl
olacağı ve bunun gelecek anarşizm durumu için kendisini nasıl hazırlayacağıdır.
Ekonomik olmayan ethik bir kavramın bugünkü ekonomik düzende
benimsenebileceğini beklemek boş hayaldir. Bizim bugün için ekonomik-bilimsel
kavramlara, ilkelere ihtiyacımız vardır. Bu ilkelerin yaşama nasıl geçireleceği
konusunda, bir yandan ilerlemiş ekonomik-toplumsal yapıların inceden inceye
çözümlemelerine, bir yandan da aşağıda (11.)
öngörülen pilot uygulamaların sonuçlarını görmeye gerek vardır. Ancak önümüzde
neyin olacağını görmek ve bunu belli ölçülerde şimdiden belirlemek için
şimdinin nasıl bir yapıda olduğunun ve bu sürecin nasıl aktığının temel
çizgilerde olsun bilinmesi gerekir.
Üretim ilişkilerinin, üretici ve hizmet sunucu güçlerin, sık
sık belirttiğimiz gibi, politik masumluğunu söylemenin olanağı yoktur. Bu
sürece belirleyici bir yapısal öğe olarak katılan bilimin ve teknolojinin de
aynı şekilde masumluğundan söz edilemez. Ama onların önüne yalnızca
toplumsal-ethik kaygılarla da geçilemez. Yapılacak olan şey, bu sürecin akış
yönünün kendisini ortadan kaldıracak tarzda olduğunu öngörmek ve bu amaçla
mücadele biçimleri geliştirmektir.
Günümüzün küreselleşen emperyalizminde finans kapitalin elde
ettiği evrensel esneklik ve hareketlilik karşısında emeğin aynı veya benzer bir
hareketliliği olmadığı açık bir olgudur. Bu, yalnızca, devletler arası bazı
örgütlenmelerde görülen aşılabilir hukuksal engellerden değil, aynı zamanda
kültürel-yaşamsal ayrımlardan kaynaklanır. Örneğin Avrupa Birliği içinde
Portekizli finans kapitalin Frankfurt'a gitmesi ile Portekizli bir emekçinin
Frankfurt'ta yaşayabilmesi bir değildir. Paranın sahibinden ayrı olarak yer
değiştirebilmesine karşın, emek, son zamanlarda bilgisayar teknolojisindeki
gelişmelerde olduğu tarzın dışında emekçiden ayrılamaz. Üstelik kapitalistin
emekçiye oranla başka yerlerde yaşayabilme olanağı yalnız parasal açıdan değil,
kültürel-yaşamsal açıdan da çok daha fazladır. Vaktiyle, başka ülkeye giden
kapital, burada elde ettiği artı değeri geldiği yere geri götürmekle bu ülkeyi
sömürdüğü için sosyalistlerce lanetleniyordu. Ama temelde haklı olmakla
birlikte bu lanetlemede görmezden gelinen bir şey vardı: paranın devrimci gücü.
Kapital gittiği yerde üretim güçlerini ortaya çıkarıyor ve başka (yerli) üretim
güçlerinin de ortaya çıkmasına doğrudan ve dolaylı olarak neden oluyordu. Para
dolaşmak zorundadır. Uzun süre bir yerde yığılamaz. Dün nasıl kapitalist bizi
sevdiği için bizde yatırım yapmıyordu ise bugün de finans kapital, bizim
iyiliğimiz için bize geliyor değildir. Finans kapital de çoğalmak için dolaşmak
zorundadır. Ayrıca, tüketim de üretim yapılarak gerçekleşir. Para tabağa konup yenmez.
Parayı yemek için üretim güçlerinin yeniden harekete geçirilmesi zorunluluğu,
paranın devrimci gücünün bir başka göstergesidir.
Meta üretimi ve ticaretin gelişmesiyle araç olmaktan çıkıp
amaç haline gelen para, bu sürecin sonunda sağladığı erkten soyutlanır ve o
salt bir nomen (ad) olarak da bir varlık, bir tözmüş gibi görünür. Bu
ad-varlık, artık bir fetiş olur ve tüm fetişler gibi gücünü yitirir. Molière'in
Cimri'si bunun nefis bir somut
ifadesidir. Harpagon'un altınları, onun için erksizleşmiş ve fetişleşmişti. Ama
aynı altınlar, onları bozdurup harcayacak olan Harpagon'un oğlu için hiç de fetiş değildi. İleri
kapitalizm, günümüzde görsel kültür aracılığıyla
ilkin bunun tersini yaptı: parayı değil, metayı fetişleştirdi; metanın
sahibi-satıcısı için değil, alıcısı için. Meta satışının artırılması amacıyla,
medya kanallarında metanın sahte, görüntüsel, ikonografik fetişleşmesi,
inanılmaz boyutlara vardı. Ticaret bir kültür haline geldi. Bu kültürde bir
marka pantolon ya da ayakkabıya sahip olmak, toplumsal bir statüye sahip
olmakla eşdeğer oldu. Bütün bu süreçte anarşizm için olumlu olan yön, metanın
ihtiyaç nesnesi olmaktan çıkmasıdır. Bu noktanın altını çizip, şimdi aynı
açıdan paranın ve emeğin durumuna bakalım.
Harpagon'un altınları olarak fetişleşmiş ve güçsüzleşmiş para,
bugün finans kapitalın borsa dünyasında benzeri bir duruma gelmektedir.
Dolarların New York'tan Frankfurt'a, oradan Tokyo'ya taşınması artık
gerekmiyor. Bugün ekonomide "sanal para"dan söz edilmektedir. Gerçek ya
da sanal olsun, bu paralar o kadar çoğalmıştır ki, onların sahiplerinin
onlardan harcayabildiği miktar devede kulak misali bile değildir. Bu harcamada
(tüketimde) ortaya çıkan üretim de harcamadan düşüldüğünde, kapitalistin yok
ettiği değer, kapitalin karşısında neredeyse sıfıra yakındır. Diğer yandan bu
paranın yönetimi de kapitalistin elinden çıkmış, simsarlara kalmıştır. Ama
iktidar simsarlarda da değildir, o, hemen hemen hiçkimsededir. Burada da yukarıda sözünü ettiğimiz tarza
benzer bir kendiliğindenlik oluşmaktadır. Böylece toplumsal ve ekonomik
iktidarlar, elde ettikleri bu kendiliğindenlikle kendi sonlarını
getirmektedirler.
Demek ki başlangıçta meta üretimiyle devrimci güce sahip olan
para, bu gücü finans kapitalde maksimuma vardırmış ve sanallaşmıştır. Sanallaşmış
paranın iktidarı da ister istemez sanallaşacaktır. Meta ise teknolojide görülen
büyük gelişmelerle üretim bolluğu ve kolaylığı elde etmiş, böylece pazarda
önemli ölçüde ihtiyaç nesnesi olmaktan çıkıp fetişleşmiştir. Bugün ileri sanayi
ülkelerinde, gerçek ihtiyaç nesneleri, fetişleşmiş nesnelere oranla pazarın
tümünde daha az yer tutmaktadır. Bu daha az yer, kapitalizmin sürmesini
sağlamaya yeterli değildir. Hele de insan gerçek ihtiyacının bilincinde
olduğunda (buradan zihinsel devrimin önemine bir kez daha işaret edelim) bu
alan daha da küçülecektir. Pazarın neredeyse bütününü kaplayacak olan fetiş
metanın ortadan kaldırılması, artık, sözünü ettiğimiz bilinçlenme ve zihinsel
devrimle hiç de zor olmayacaktır. Ama yoksul ve henüz sanayileşmemiş ülkelerde
yüz milyonlarca insan gerçek ihtiyaç maddelerine hâlâ sahip değildir.
Kapitalizm varlığını daha uzun bir süre bu ülkeler sayesinde sürdürecektir. Öte
yandan köle bedenden, köylü bedene, oradan emekçi bedene geçen ve yakın
gelecekte bedenden de ayrılacak olan emeğin bu görece bağımsızlaşması süreci,
insanın özgürlüğüne doğru olan gidişe uyumlu olarak ilerlemektedir. Bilgisayar
teknolojisi, bugün ulaştığı düzeyde bile Taylandlı bir emekçinin oturduğu
yerden emeğini New York pazarına sunmasına olanak vermiştir. Gerçi bu konuda
iyimser olmak için henüz vakit erkendir. Daha maden ocaklarında, fabrikaların
sağlıksız atmosferinde vb. emeğini kendi vücuduyla birlikte satışa sunan
milyonlarca insan vardır. Fakat emeğin bedenden bağımsızlığı süreci başlamış ve
süreç hızla akmaktadır.
Paranın iktidarını yitirdiği, metanın gerçek ihtiyaç nesnesi
olarak sınırlandığı ve üretim bolluğu yüzünden fetişleştiği, emeğin bedenden
görece bağımsızlaşarak zahmetsiz hale geldiği bir toplumsal yapı, bugünün
koşullarının çözümlemesinden çıkardığımız böyle bir yaşama tarzı, görüldüğü
gibi hiç de uzak değildir. Ancak buradaki önemli bir sorun henüz çözümlenmedi:
Hani biz teknolojiye hayır demiştik. Oysa emeğin bedenden görece
bağımsızlaşmasının, ancak ileri bir teknoloji durumunda olacağını da söyledik.
Bu bir çelişki değil mi? Evet, bu bir çelişkidir. Ama bu çelişki, bizim
kuramımızın, yani anarşizmin bir çelişkisi değil, fakat anarşizm ile kapitalizm
arasındaki bir çelişkidir. Çelişkinin ortadan kalkması, kapitalizmin yok olmasıyla
gerçekleşir, anarşizmin değil. Kapitalizmin ilerleme sürecinin bile kendini
ortadan kaldırmaya yönelik olduğunu söylemek, anarşist kuram için neden bir
çelişki olsun? Öyleyse çözümlemeyi sürdürelim... Sorun kirlenmedir. Teknoloji
hâlâ doğayı tahrip ediyor ve kirletiyor. Ancak yalnızca gerçek ihtiyaç
nesneleri üretilir, fetişleşmiş meta ortadan kalkarsa, o zaman teknolojinin de
sınırlandırılmaması için artık bir neden kalmaz. Ancak teknolojinin aşağıya
çekilmesi, yukarıda sözünü ettiğimiz emeğin bedenden bağımsızlaşması sürecini
tersine çevirecek, yine eskisi gibi emek-beden birliğine dönülecektir. Varsın
olsun! Bunun neresi kötü? Yeter ki insan emeği sömürülmesin, onun üstüne
egemenlik kurulmasın! Üstelik emeğin bu geri dönüşü, yaşamın tümüyle bir oyun olması
ve böylece oyunun da anlamını yitirerek ortadan kalkması sonucunu da engeller.
İnsanın çalışması ve emeği, onun köleleştirilmesi sonucunu doğurmadığı sürece,
insan olmanın en temel niteliğidir. Bu tarz bir çalışmayla edinilen hazzı ve
bunun sürekliliğini, başka hiçbir şey veremez.
10. O halde anarşizme
hangi yoldan gidilecektir?
Anarşizmin temel ilke, amaç ve yöntemlerini benimseyen her anarşist tavır, bu yolda
meşrudur. İlke ve amaç konusunda anarşist gruplar arasında bir sorun yoktur.
Aynı sorunun yöntem konusunda da olmaması gerekir. Burada ölçüt amaca
uygunluktur. Hiçbir yöntem, insan yaşamını yok etmeye yönelik olmamalıdır.
Kuşkusuz böyle bir hedef olmamasına karşın, saldırılar karşısında meşru müdafa
çerçevesinde bu uğurda can alıp verilmesi bazen kaçınılmaz olabilir. Ama bu
durumlardan anarşistlerin olabildiğince uzak durmaya çalışması gerekir. Bu
savın biri ethik, diğeri pratik iki temel kanıtı vardır.
İnsan, insanlığın geleceği için bugünkü insanı, kendisini feda
etme hakkına sahip değildir. İnsan yaşamına ve özgürlüğüne en yüksek değeri
veren bir tutum, bu uğurda amacını yok edecekse, varlık nedenini ve meşruluğunu
da yitirir. İyi amaç, daima iyi araçları gerektirir. Amacın aracı haklı
kılacağı savı bile, burada temelsiz kalır. Çünkü bu savı öne sürenler, aracın
kullanımının getireceği sonuçların aracı iyi veya kötü yapacağını savlarına
eklerler. Onların bu gerekçeleri, bizim pratik kanıt dediğimiz şeyle
haklılığını yitirir. Şöyle ki: Bugün dünyanın hiçbir ülkesinde anarşistler,
içinde bulundukları devlete karşı, onu yok edebilecek fiziksel olanaklara,
silahlara, silahlı gruplara sahip değildir. Onların bu tarzda bir örgütlenme
içine girmeleri halinde başarısız olacakları apaçık ortadadır. Yine de böyle
bir eyleme kalkışmaları var olan durumlarını da yok etme sonucunu verir.
Devlete karşı silahlı eylem, ona eş veya yakın bir güce sahip olunduğunda ancak
başarılı olabilir. Sonu hüsranla biteceği baştan belli böyle bir eyleme
kalkışmanın intihardan bir farkı yoktur. O halde aracın kullanımı, hiçbir iyi
sonuç getirmeyecek ise amaç da aracın bu kullanımını haklı gösteremeyecektir.
Böylece mücadele yönteminin anarşist kurama uygun pasif mücadele tarzında
olacağı kesinlik kazanmış olur. Anarşistler, bu mücadele tarzlarıyla
bulundukları sistemde delikler açacak, onu delik deşik edeceklerdir.
Anarşistler, bu deliklerde, başka bir deyişle, onlar için soluk alma yeri olan
bu boşluklarda güçlenecek, çoğalacaklardır. Delikler ne kadar artarsa, amaca o
kadar yaklaşılır, sistemin onları kapatması, doldurması zorlaşır,
olanaksızlaşır.
Farklı anarşist guruplar, kendi aralarında ortaya çıkan
kuramsal, yöntemsel ya da kişisel tutum ayrılıklarına karşı birbirleriyle
mücadele ederek güçlerini boşa harcamamalı, tersine birlikte hareket etmenin
yollarını aramalıdırlar. Hatta onlar, anarşist olmayan, sisteme karşı diğer
gruplarla da zaman zaman güç birliği içine girmelidirler. Anarşizm, bugünden
yarına gerçekleştirilebilecek bir yaşama durumu değildir. Bu yolda daha çok
uzun zaman harcanacaktır. Bu uzun süre içinde gerçekleştirilecek ortak
hareketler, pratiğin yol göstericiliğinde farklı gurupları bile uzlaşıma
götürebilecektir.
11. Pilot Bölge
Uygulamaları
Anarşist yaşama biçimine şimdiden hazır olunmalıdır. Bu yolda
yapılacak uygulamalar, kent içinde ve kırsalda olmak üzere iki başlık altında
toplanabilir. Zaten şimdiden bu tür yaşam tarzları içinde olan, çeşitli
anarşist guruplar, çeşitli ülkelerde bulunmaktadır.
Anarşistlerin var olan kent yaşamı içinde kendilerine uygun
yaşam alanları oluşturmalarına kapitalizm ve onun biçimsel demokrasisi elverir.
Ancak burada önemli bir nokta şudur: Anarşistler, elbette sistemin rantından
kendi paylarına yararlanacaklardır. Ama onlar, bu payla yetinmememli, bunu bir
varoluş nedeni olarak görmemeli; tersine ekonomiden kültüre ve sanata, her
alanda, kendilerinin sahip olduğu model içinde üretici, yaratıcı olmalıdırlar.
Aksi halde anarşistler, sistem içindeki diğer marjinal guruplardan herhangi
biri olur, anarşizmi tümden yitirirler. Hatta onlar, giderek çeteleşebilirler
bile. İnsanın yaşama tarzı, onun düşüncesini, dünyaya bakışını belirler.
Anarşisteler, boş alanda, kırsal kesimde yeni bir yaşam tarzı
yaratma denemelerinde de bulunmalıdırlar. Köylülerin istila ettiği kentlerden
kaçıp tatil köylerine sığınan kentlilerin nostaljik tutumu, elbette bizim için
bir örnek değildir. Ama bu nostaljide bile anarşizm için umut vardır. Bu umudun
örgenleştirilmesi, kaçışın tek tük bireysel tutumlardan kurtarılıp
toplumsallaştırılması, hiç de olmayacak bir şey değildir. Anarşi durumunda
oluşacak olan küçük yerleşim birimleri, şimdilerde boşaltılan mezralar, köyler
olmayacaktır. Ve "anayurda dönüş" de eski köye dönüş değildir.
Anasını terkeden kentli, yeni köyde eski anasını bulmaz. Anarşizmin
diyalektiği, köyden kente geliş sürecinden kentten köye dönüş sürecine geçerken
başladığı noktaya dönmez.
Kültürün asıl anlamda kentlerde oluştuğu tarihsel-toplumsal
bir gerçektir. Uygarlık kentte başladı, ama kentte de bitecektir. Bu sonucu,
uygarlığın gidişi kaçınılmaz olarak göstermektedir. Öte yandan, insanın,
yukarıda belirttiğimiz doğru anlamda kültürden vazgeçmesi de kuşkusuz
beklenemez. Ama bu, kültürün küçük kentlerde sürdürülemiyeceği,
geliştirilemiyeceği anlamına gelmez. Kırsalda örgütlenen anarşistler,
bulundukları yerleri böyle birer küçük kent haline getirebilirler. Onlar,
elbette şimdinin kenti içindeki anarşist guruplarla da sürekli iletişim ve
ulaşım ilişkileri içinde olacaklardır. Batı Anadolu'daki antik tiyatro
kalıntıları, ilginç bir örneği akla getiriyor. Bu kalıntıların üç bin, beş bin
kişi alabileninden tutun 20 bini aşanı bile var. Bu kentlerin nüfusları da
vaktiyle herhalde bu kadardı. Demek ki tüm kent halkı hep birden tiyatroya
gidebiliyordu. Zaten Atina'da tiyatronun ücretsiz olduğunu biliyoruz.
"Yunan mucizesi"ni asıl burada aramalı. İnsanlık bu mucizeyi,
köleliğin yardımı olmaksızın yeni bir tarzda yaşayabilir.
Kırsal anarşist gurupların önemli bir avantajı da şudur:
Burada bir bakıma radikal davranılabilir. Her şeye bir ölçüde yeniden
başlanılabilir. Ortaya çıkabilecek sorunları çözme olanağı ve pratiği burada
gerçekten denenebilir. Kuramı haklı çıkaracak asıl şey pratiktir. Bu nedenle bu
denemeler, gelecek için paha biçilmez önemdedir.
12. Anarşizme birlikte
gidilmesi zorunludur.
Diyelim ki anarşizm, yalnız bir ülkede ortaya çıktı. O ülkede
devlet ortadan kalkacağına göre, öteki devletlerin o ülkeyi ele geçirmesini ne
engelliyecektir! Kurtla kuzu bir arada
yaşar mı hiç! Yitmiş olmak, yiten devletin yanına kâr kalır. Dünyada devletin
eksikliği mi var! Biri, birkaçı ortadan çekilse
ne olur! Üstelik istila, istilacı devletlerin açgözlü oluşları yanında,
kendilerini de tehlikede görmelerinden kaynaklanabilir. Onlar aynı şeyin kendi
başlarına da gelmesini istemiyeceklerdir.
Marx, haklı olarak, sosyalizmi zamanının en ileri sanayi
ülkesi olan ve işçi sınıfının en çok bilinçli olduğu Almanya ve İngiltere'de
öngörmüştü. Bugün birçokları söylüyor: Marx'ın öngörüsü gerçekleşmiş olsaydı,
Sovyet deneyimi gibi bir başarısızlık, o zaman yaşanmayacaktı. Gerçi geçmiş için, "olsaydı"
demenin bir anlamı ve yararı yoktur, olan olmuştur. Ama söylenen şey, kuramsal
olarak doğrudur. Bugün biz de benzeri bir şeyi söylüyoruz. Anarşist devrim,
dünyada yaklaşık olarak eş zamanda olmalıdır. Fakat devrimin başını çekecek
olan, bugünün ekonomisi ve demokrasi en gelişmiş olan ABD ve benzeri ülkeler
olmalıdır. O zaman, sözünü ettiğimiz, başka devletlerin istilası da olamayacak,
başı çeken bu ülkeler kendilerini onlardan daha az güçlü olan diğer devletlere
karşı koruyabileceklerdir. Ayrıca, bu sırada, daha az gelişmiş ülkelerde de
anarşistler iyice güçlenmiş olacağından, onlar kendi devletlerinin söz konusu
istilacı tutumlarına izin vermeyecektir. Bu düşünce, yukarıda belirtilen,
anarşizme yöneltilen gerici ideoloji olma eleştirisine de bir yanıttır. Bu
eleştiri, anarşizmin gelişmiş ülkelerde başı çekmesi -bu sava bu ülkelerin
gelişmiş burjuva demokrasilerinin anarşizme daha çok olanak tanıması olgusu da
eklenmeli- durumunda haklılılğını tümden yitirir. Aç ya da yoksul insanlara,
henüz görmedikleri veya çok azını gördükleri sanayileşmenin zararlarını
anlatıp, onları bilinçlendirmenin, zihinsel devrime hazırlamanın olanağı,
birinciler için hemen hemen hiç, ikinciler için ancak bir ölçüde söz konusudur.
Oysa sanayileşmenin zararını zaten yaşamakta olan insanlar için aynı olanak
apaçık ortadadır.
Şüphesiz fukara
ülkelerin anarşistleri, "Hele zengin ülkelerde anarşizm ilerlesin, biz
ondan sonra anarşistlik yaparız." deme hakkına sahip değildir. "Ondan
sonra" anarşistlik yapma olanağı da kalmayabilir. Bu yüzden onlar, başı
çeken ülkelerin yoldaşlarıyla daima işbirliği içinde olmalı, kendi yollarında
yürümeyi sürdürmelidir. Zihinsel devrime, yani anarşizme fukara olsun, zengin
olsun tüm ülke insanlarının, insanlığın ihtiyacı var. Bu yolda dünya
anarşistlerinin işbirliği kaçınılmazdır: Bütün ülkelerin anarşistleri birleşiniz!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder